Celâl Soycan yazdı: Aşk İlahileri/Metin Cengiz

Celâl Soycan yazdı: Aşk İlahileri/Metin Cengiz

CELÂL  SOYCAN                                                                                      

A.

Çağdaş şiirimizin son çeyrek yüzyılına ilişkin tartışmaları hemen her düzeyde kesen şairler vardır. Poetik tanımı belirginleşmiş ve önemli ölçüde kendi yatağında akan önceki kuşaktan kimi şairler ise, bu tartışmalara şiirin evrensel kodları üzerinden katılarak güncele mesafeli kalmışlardır. Kabaca ’80  Kuşağı olarak tanımlanan ve sıcak  tartışmaların poetik / epistemik nesnesi olan şairler arasından, yazılan şiire odaklı geçmiş- gelecek hattında evrensel bir şiir için düşünen, tartışan ve yazan isimlerse, kuramsal açılımlar sağlayarak hem çağdaş şiirimizin düşünsel ufkunu genişletmişler hem de kendi şiirlerinin önünü açmışlardır. Bu şairler, süregiden sorunlar için de söz alarak bu kimlikleriyle genç şiir için önemli bir yığınak oluşturmuşlardır.

 

Metin Cengiz bu anlamda kuşağının en canlı, üretken ve kurucu birkaç şairinden biridir. Bu olguyu nesnel ve öznel koşullarıyla açıklamak olanaklı. Önemli ölçüde yaşantı içeriğinden beslenen ve oradan hayatla yüzleşen bilinç, toplumsalın  en sancılı dönüşüm sürecini her düzeyde “eyleyerek”  şair kimliğine içerilmiştir. Şiirin gündelik hayata ve reel- politikaya şiir dışı saiklerle açıldığı, böylece kalın poetik sorunların  imâl edildiği sancılı, dramatik bir dönemin ardından  12 Eylül, toplumun bütün akslarını yeniden kurmuş, her düzeyde ciddi kimlik kırılmalarıyla sonlanan dışsal/ içsel baskılarla toplumsal şemayı ve zihniyeti yeniden inşâ etmiştir. Varoluş uzun bir aradan sonra ama bu kez insanların yaygın gündelik pratikleriyle deneyimledikleri bir sorunsal olarak ve bütün yırtıcılığıyla sanata, özellikle de Dil’in geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde iktidar söylemine içerilmesi nedeniyle, şiire girmiştir. Önceki dönemde reel- politik sürecin el koyduğu / ertelettiği özneleşme, varlığı bütünleme ve bu dolayımda şiiri çağdaş poetik düzeye taşıma çabaları, dönemin özgül ağırlığıyla sarmalanarak  özellikle ’80 Kuşağının önüne konmuştur.

Bu dönemde, Metin Cengiz’in de içinde bulunduğu bir şair çevresinin kuramsal açılımlarla yeni bir şiirseli kurma çabalarına tanık oluruz. Öte yandan, Poetika dışı başka alanlarda her şair kendi varlığına içkin trajiği duyumsadıkça, epistemik savrulmalar yaşamış ve bunu şiirinde açığa çıkarmaya çalışmıştır. Dönem eşiğinde bir bütünlük sunan kuşak, ’90 lara doğru ayrışarak, her şairin kendi varlığını sınadığı ve oradan orta yaşın ustalığı içinde bir şiiri kurduğu  günümüze ulanır.

 

Metin Cengiz bu süreçte, bir tamlığı değil ama bir bölünmeyi/ eksilmeyi işaret eden, gelinen yerdeki  “yurtsuzluk hali” ni sorunlaştıran, dolayısıyla varoluşu açığa çıkaran bir şiire doğru ama baştan sona şiirini sarmalayan lirizmi çağdaş dilin olanaklarıyla varsıllaştırarak  yol alır. Kuramsal  verimleri ve alternatif kendilik oluşturma çabalarıyla, bütün bir dönemi enine keserek, çağdaş Türk şiirinin bugününde önemli bir paya sahip olmuştur. Toplumsal bağıntısı ve doğrudan kendi varlık sorunsalı içinden şiirine yakından bakıldığında, yakın geçmişin bütün bir sosyo- politik seyri ve bunu kapsayan öznenin şiirsel durakları gözlenebilir.

 

Bu gelişim/ dönüşüm sürecinin de yine şiir dışı kodlarla sınandığı, tartışıldığı bilinir. Dahası, dönemin kendisi, düşünsel/ dilsel içerimi ve yönelimi, sonuçta da evrildiği toplumsal doğru kavranmadığından, şiire değgin sonuçları da “tasfiye“ gibi edebiyat dışı sözcükler kullanılarak anlaşılmaya çalışılmıştır, çalışılmaktadır. Oysa şiire ve çağdaş düşünce sistemlerine ilişkin temel kuramsal yapıtların hemen tamamının Türkçe’ye kazandırıldığı ve  aslında şiirin temel sorunlarının da yeterince konuşulduğu  anımsanırsa, ’80 Kuşağındaki kurucu isimlerin daha özenli/ verimli çözümlemelere konu edilmesi bir zorunluluktur, bir olanaktır. Biz de temel poetik yapısal öğeler üzerinden Metin Cengiz şiirindeki seyri, son yapıtını (Aşk İlahileri/ Günümüze Hüzzamlar, Digraf 2006) odağa alarak konuşmaya çalışalım:

 

B.

Başlangıçta, kuşağının belirgin izlekleri içinden güvenli, öneren ve hayata tutunan bir şiirdir bu. Ses olarak geleneği dışlamasa da imge düzeneği ve sözcük ilintileri açısından farklı bir şiiri duyumsarız: Öfkenin dışlandığı, insana ait olanı “ilişkiler“ ekseninde imleyen ve “aşk“ ta simgelenen bir arzuyu insana geri vermeye çalışan poetika, ilk kitaptan başlayarak   “Çağdaş Bir Lirik” e yataklık eder.

Bir Tufan Sonrası (1988), dış gerçekliği şiirin/ dilin iç gerçekliğine evirme sancısıyla kuşağının öncü yapıtıdır: Şair- öznenin kuruluşu, yeryüzü deneyimini aşmak/ dönüştürmek üzere bir dünya tasarımı, şiirsel zaman/ mekân kurgusunu genişleten bir imgelem ve bunu elde eden bir “ Dil “ bilinci, bugün bile dikkat çekicidir. Toplumsalı gündelik hayatta ve somut bağıntılarda gözetmeye, yaşanılan travmayı kendi beden sınırlarında, dokunma alanlarında, ses eriminde duyumsamaya, anlamaya, açıklamaya ve yenilgiyi insanî boyutlarında içermeye çalışır. Böylece, sonrasında hep olgunlaşarak ve epistemik bağıntılarını genişleterek çağdaş şiirimize özgün bir katkıya dönüşen bu lirik töz, Metin Cengiz şiirinin bütün ontik yapısını biçimleyecektir. Aslında çağdaş şiiri neredeyse bütünüyle kapsayan “Lirik” tanımı, şiirimizde duygusal, coşumcu özellik için kullanılır. Oysa Rimbaud’dan bu yana modern şiir dış dünyaya ait gerçekliğin izlenimine dayalı bir coşum/ duygulanım yerine, duyusal bireşim yoluyla bir iç gerçekliği yeryüzüne katarak varlığı, nesneyi, anlamı ve sözcüğü şiir için yapısal- lirik bir olanağa çevirdi; artık lirik, nesnel dünyayla karşılıklı etkileşimde olan duyusal/ düşünsel deneyimlerdir. Aziz Çalışlar’ın Ansiklopedik Kültür Sözlüğü (Altın Kitaplar, 1983, sh. 219)  şöyle bir tanım getiriyor: “Günümüzde lirik şiirin söylem olanakları çok çeşitlidir;  bireysel duyumsama ve düşüncelerin anlatımından siyasal konulara, doğanın betimlenmesinden bir baladda yer alan  dramatik olaylara, yalın ‘özdeyişsel’ anlatımlardan çok-katlı simgesel ve eğretilemeli bir dile, derin dokunaklı ya da iğneleyici yergiden sevinç ve hayranlığın anlatımına kadar değişir.”

 

Metin Cengiz ’80 kuşağında çağdaş şiirin bu genişleyen olanağını, poetikasına en erken içselleştiren az sayıda şairden biridir. Sonrasında  şiir dünyasını tanımlayan bütün içsel dolayımlar bu farkındalıkla  zenginleşti. Dil tercihleri ve bildirişimi şiirin varlık alanından kurma bilinci hep lirik’in olanakları içinden arandı. İlk kitaptan bir yıl sonra yayımladığı Büyük Sevişme (1989), daha adıyla bir ataklığı öngörür ve örneğin : “Akşamın dipten gelen/ mor sıvısını sür saçlarına”gibi şaşırtıcı imgelerle sınanan bir biçimseli haber verir. Dahası, sonrasına ilişkin poetikanın uçları belirir: Sözcük paleti kuşağından ayrışmaya başlamış, şiirsel mekân kurgusuna dönük gergin ama geniş söyleyiş özellikleri öne çıkmıştır. Anlamlandırma ve şiirsel bildirişim, artık bütünüyle  şiirselin iç gerçekliğinden / gidimsiz dilin olanaklarıyla kurularak, bu anlamda gelenekselle kopuşma sağlanmıştır.  “Yıldızların çelik sıcaklığı dokunsun bedenine “  ya da “ Şimşek nasıl yalarsa kalçalarını toprağın“ gibi, insanı hem maddi gerçekliğinde kavrayan hem de onu evrensel dolayımında bütünlemeye çalışan bir şiir açığa çıkmıştır. Bu dönem şiirleriyle “ aşk “ izleği yeryüzünü yeni anlamlara açar; şair- özne, yanlış bir ölüme değil yeni bir doğuma doğru kendini döllemek üzere ikileşir, çoğalır. Varlığı yerleşik beden kültürünün ötesine taşıyan, nesneyi/ olguyu kozmik bir zamana içeren bir zihinsel, ilerde değineceğim gibi, tanrıyı gökten yere çağıran  içrek bir “aşk” tasarımıyla yeryüzüne tutunur.

 

C.

Marksist bir geleneği hep koruyarak gelen Metin Cengiz, toplumsalla ilişkisini siyaset felsefesine ve sosyal bilimlere açık tutmuştur. Varlığı ketleyen kesilmelerde, somut koşulları poetik bir olanak halinde şiirine içermiş, dahası sosyalizmin tözünü oluşturan insan odaklı bir politika, adalet, vicdan, ahlâk, kimsesizlik, yitirme gibi insanî düzeylerle bakışımlı olguları “Aşk” izleği içinden sahiplenmiştir. Verili bilgiyle beslenen bir dünya ve iktidar arzusuna hiç bulaşmadan, aşkı çağdaş şiirimizde en dolgun, sahici ve insanca içeriğiyle açığa çıkaran az şairimizden biridir. Bu içerik, insanın gündelik serüveni dolayında, giderek barok bir örtüye bürünür: Çözülen insan/ doğa değerleri üzerinden bir yarılmayı üstlenir ve şair- öznenin merkezî kimliğinde bir sendelemeye yol açar. Gözlem, sezgi ve duyuşlarla biçimlenen nesne algısı, gerçeklik alanında ketlenir ve bu Dil’e yansır. Özellikle 2000 sonrasında şiirin ne’liğine ilişkin temel korunarak daha içrek, sesin bütünüyle ritmik kurguya dönüştüğü, kendine özgü bir öte- dünya  tasarımı üzerinden maddi çevreni anlamaya çalışan bir şiir belirir.

 

D.

Seküler, günlük hayatın nabzını duyuran bir şiirsel olarak Aşk İlahileri çağdaş bir “ Neşideler Neşidesi” dir :  “ geceden kopup gelen bir ırmak/ akıyor düşlerin en güzel rengiyle” ya da: “ çıkayım dedim giysimden/ beni cismin şerrinden koru”  gibi modern lirik’in parlak örneklerine varılır. Önceden de not ettiğimiz gibi, zamanı/ mekânı geniş bir şiirdir bu ve kurgulanan biçimsel, özellikle ritmik atmosfer bu genişliği kullanır: Yeryüzü ve gökyüzü  (s)imgeselin ötesinde, bildirişimi çoğaltan ve okuru bu çokluğa katan bir düzeydir. Doğa, Metin Cengiz şiirini baştan sona kateden bir dip yüzey olarak çalışır ve çekincesiz söylenmelidir: Bir dolayım halindeki doğa izleği, şiirin semantik yapısını oluşturmada çağdaş şiirimiz içinde kendine özgü bir ustalığa  taşınmıştır. Cinsele dolanan arzuyu doğallığında insanîleştiren ve katı aklın ketlediği yönelimlere oradan kapı aralayarak toplumsalın altını çizen bu şiirde, duyusal almaşığın el koyduğu bütün doğa edimleri, geniş bir zamana ait resimler kurar:  Yağmur, çöl, rüzgar, çiçekler, kanat, otlar, kuşlar, yıldızlar sözcelem kodları halinde Dil’in uzamını sonsuza açar: “seher vakti başlar sihir- ud ve lir/ rüyanın sese dönüştüğü yasemin/ tırmanıp ıtırları gökyüzüyle sevişir”

Metin Cengiz şiirinde  aşk bir “ Hâl”dir ve şiirin nabzı orada atar; en karamsar varlık durumunda bile tamlığa çağırır, doğanın bir parçası olan gövdenin çağrısına dönüşür ve şiirimizde gereğince altı çizilemeyen erotik bir dünyayı imler. Buysa bir direnme/ yadsıma sürecinde yeryüzünün özneye/ öznede açılımıdır. Okuyalım:

“Gelişin bir deprem oldu/ çatladı tenimin ar damarı/ iki ordunun birbirine girmesi gibi/ ok kılıç ve mızrakla/ yoklayıp tanıdık birbirimizi  (….)  diyorsun ki ben gecenim senin/ boydan boya kat edeceğin/ adım adım git beni, sonra yeniden, ola ki/ arkanda önünde düşman kaleleri bırakma/ tanıdık bir coğrafya gibi tanıdık/ her yerimi mühürleyip işaretle”

 

E.

Metin Cengiz şiiri, Kutsal Metin’leri dolanan Ses’e sıkça dolanır; o metinlerdeki yukarda- öznenin kubbede biçimlenerek yeryüzüne anlam sunan tınısı, bu şiirdeki zaman/ mekân genişliği için poetik bir olanağa dönüşür. Hemen akla gelen bir örnek, çağdaş evrensel şiirin yaşayan en büyük ustalarından Adonis.  Arap şiirindeki bu sesi modern bir zihinsel içinde dönüştürür. Benzer poetik yapılanmaya büyük  ölçüde Kavafis ve Ritsos  şiirlerinde de tanıklık ederiz. Türk şiirinde ise Melih Cevdet Anday’dan sonra Özdemir İnce’nin özellikle Mani-Hayy, Uykusuzluk, Ot Hızı adlı kitaplarında bu içrek/ akustik ses bütün maddiliğiyle şiiri dolanır.

Yapısalcı kuramın en erken kurucusu Frye, edebiyatın ütopik kökenini, gerçek toplumsal dünyadan duyulan derin korkunun, bizzat tarihten duyulan bir hoşnutsuzluğun damgasını taşıdığı için vurgular ve edebiyatı dinsel ideolojinin başarısızlığıyla beliren boşluğu doldurmak üzere işaretler. Muhafazakâr mitlerle Özgürlükçü mitlerin koruyucu dengesiyle biçimlenen bir dünya tasarlar.( Kaynak: T. Eagleton, Edebiyat Kuramı, Ayrıntı, sh. 122)

Metin Cengiz’de gözlenense  elbette bütünüyle materyalist bir nesne/ olgu kavrayışıdır; böylece de Frye’ın ötesine geçerek Adonis’e yaklaşır ve gökseli yere doğru geren bir imge düzeneği kurar.

Dünya ölçeğinde Postmodernizm tartışmalarıyla sonlanan  “Aydınlanma” düşüncesindeki reel krizi her sanatçı kendince içermiştir. Şiir gibi katı akla direnen ve kendine özgü bilişsel süreçlere sahip bir alandaysa, Dil’in ve Biçim’in bununla yüzleşmesi doğaldır. Epistemik ve ontik düzeyde her olgu, şairin varoluşunu doğrudan ilgilendirirken, bunun poetik sonuçlarını şiirinden esirgemesi zaten olanaksızdır. Metin Cengiz’in de bütün bu yeryüzü halleriyle çok canlı bir bilişsel ilişkide olduğunu, kılgısal / kuramsal açıdan zihnini açık tuttuğunu, dahası oylumlu bir kitap çalışmasını tamamladığını biliyorum. 2000 sonrasında, tematik/ biçimsel açıdan dikkat çekici ölçüde  şiirini dönüştürerek  poetikasına içerdiği olgular, bir anlamda onun öteden beri şiirselden gözlediği olgulardır. Şimdiyse, özellikle ritme evrilen ses öğesi üzerinden kurguladığı şiirsel atmosfer, sözcük paleti, şiirsel uzam ve şair-öznedeki dünya tasarımı (arzu ve zorunluluk olarak)  yukarda çok kısa değindiğim  Dindışı- Metafizik bir zihinsele bitişmiştir. 2000 yılında tamamlanan şiirlerden oluşan son yapıtının Günümüze Hüzzamlar bölümünden Günümüzden Görüntülerin Türküsü bu bağlamda  Metin Cengiz şiirinde önemli bir kavşağın altını çizer. Geçen yıl yayımladığı ama bu kitaba alınmayan en son şiirlerinde bu poetik dönüşümün çok daha rafine düzeyde sürdüğünü ve sonrasındaki Metin Cengiz şiirini imlediğini gördük. Söz konusu bölümden Sarsıntı Türküsü’nü alıyorum: “Tanrı mı? Geceyi seçmişti tanrı,/ uykuda bastırmak yiğitliğin şanıdır diye./ Testi testi içip hayat iksirini/ tadar akla gelmedik hazları huzur için/ belki de bir anı olsun diye insanlığın belleğinde/ çaresiz bir ruh kaybını yaşadı/ ve tutup kendi resmini bıçakladı / kutsal kitapların bile yazamadığı”

İnsanî olanın kaybedilmesini derin bir “endişeyle” kapsayan bu şiir, insanın kendisiyle, ötekiyle, doğayla, toplumsalla ilişkisini- aşkın değil !- içkin bir etik halinde açığa çıkarır. Bilgiyi ketleyen reel olgular karşısındaki bu  esoterik( içrekçi) şiirsel, aydınlanmanın krizi karşısında geleneksel / dinsel mitlere yüzünü dönerek idealizme savrulan  ve çağdaş olana karşı oradan mevzilenen  bir şiirsele de eleştiridir. Çağdaş bilgi elbette her düzeyde sınanmalıdır; ama ulaşılan bilgileri idealist bir zihinselin içinden geriye doğru kırarak süregidene ilişmek olanaksızdır. Bu anlamda gelenek ve oradan biçimlenen bir dil / anlam arayışı, çekincesiz ,tarihi askıya almaktadır. Öyle ki, şiirde sözcük aranışını ve anlamlandırma çabasını, dilbilimsel bilgiyi yok sayarak şiirsel anlamlandırmanın duyusal örgülemeyi ve sözcelemi önceleyen iç ses olarak, neredeyse “vahiy” olduğunu söylemeye çalışan ve benzer başka tezlerle Müslüman şiire “sosyalist(!)” dünya tasarımı içinden bitişmeyi amaçlayan bir blok var. Kaba materyalizmin boşladığı/ yarattığı imgelemi, dinselin düz/ aşkın mitleriyle değil ama dinseli yeryüzüne indiren ve orada da mutlaka korunagelen insanî-evrensel değerleri özgürlük mitine dönüştürerek çağdaş şiire varılabilir. Yukarda Adorno çevresinde sayılan şairler ve özellikle Günümüze Hüzzamlar’la Metin Cengiz bu olanağı kullanmışlardır. Çocuklarını öldüren bir dünya bunca sağırsa ve hiçbir bilgi biçimi / inanç  yetmiyorsa vahşeti önlemeye, şiire yeryüzünden sonsuz uzama  bir “im-dâd”olmak kalıyor: “ÇOCUKLAR Kİ TANRININ ÖĞÜDÜDÜR İNSANLARA

Öyledir: Metin Cengiz, Tanrıları yeryüzüne indiren ve yukardan aşağıyı değil, aşağıdan yukarıyı yeniden inşâ eden bir iradeyi poetikasına içselleştirmiştir.

 

F.

Aşk İlahileri’nin sonuna doğru beliren koyu kaygılar,  bu şiirde “aşk“  haliyle (s)imgelenen bir dünya tasarımının varlıkta olanaksıza  dönüştüğünü imler. Cengiz’in şairliğinin  hemen her döneminde, yeryüzüyle ilişkisini epistemik bütün süreçler üzerinden canlı tuttuğunu yukarda yazmıştım; bunun ötesinde siyasetbilimden çağdaş dil kuramlarına, küreselleşme sorunlarından postmodern dolayımlara geniş bir alanda yazdığını, yayıma hazır önemli ve oylumlu bir kitap çalışmasında bütün bu bileşenlerin “edebiyat/ şiir” odağında yorumlandığını biliyorum. Bu bilinç içeriğinin çökeldiği estetik süreç elbette şiirleridir ve anlamlandırma sancısı orada açığa çıkmaktadır. Şiirin ontolojisi üstüne süreli yayınlardaki tartışmalara gerektikçe katılarak, çağdaş şiirimizin kuramsal devinimine katkıda bulunurken, şiirinin semantik katmanında bu ilgiyle bakışımlı olgular dikkat çekmektedir. Metin Cengiz’in  Türk şiirinin son çeyrek yüz yılındaki bütün poetik sorunları içinde(n) tartışabileceğimiz bir şiirseli kurduğunu söylemek gerek; son dönemdeki gerçekten hızlı, karmaşık, iç içe bilgi süreçleri çağdaşı bir çok şairi dramatik bir tıkanmaya uğratırken, onu “büyük şiir”e taşımıştır.  Kitabına almadığı ama konumuz açısından önemli açılımı olan  son şiirlerini de gözeterek “Günümüze Hüzzamlar” üzerinden konuşmayı sürdürelim:

 

Bölüm başında şairin poetik açıklaması var: “ Günümüz şiirinde şiirsel metinlerde kurulan metinsel gerçekliğin genellikle günümüzle, yaşadığımız zamanla nesnel bağlılaşığının (objective correlative) olmadığını ve bunu kurmaya çalıştığımızı söylüyoruz.”  Bu yapısal sorunun aşılmasındaki gerçeklik düzeyi ve toplumsala değgin temel  olgular üzerinden sürer açıklama: “ Günümüze damgasını vuran olgu ölümdür. Gerçekten de ölüm her yerde kol gezmektedir. Yeni olan, anlamlı olan her şeyin tıpkıbasımı ölümün karanlığında yapılmaktadır. Tekrarın ancak ölümle mümkün olduğu düşünülürse, içinde yaşadığımız uygarlığın bir ölüm uygarlığı olduğu ortaya çıkar. İşte şairi bekleyen görev: Gelecek için özgürlük düşüncesini, yaşadığı dönemi en azından doğru tanımlayarak, yeniden yaratmak. Ölümü tekrar hayatın doğal bir öğesi durumuna getirmek. Bu aynı zamanda şiirin kendi olanaklarını da yeniden yaratması demektir.” 

Şarkılar” başlığıyla sunulan şiirlerde, ölüm düşüncesini bir vahşet/ kıyım hâli olmaktan çıkarıp kendi insanî sorunsallığına çözelten bir  kavrayış biçimlenir. Bunun gerisinde, şiirin ne’liğine ilişkin süreğen bir bilincin altı çizilmelidir. Şiiri “varlıklara ait niteliklerin açığa çıkarılabildiği bir sistem” olarak betimleyen şair,  çağdaş şiir kurgusunda organik şiire karşı sentetik şiiri öne çıkardığı bir yazısında : “Sözcüklerin yeşerme gücü, hayatın deneyimlenen öznel, yalnızca bir kişiye ait olan, benzersiz, bu anlamda keşfedilen özel yanından kaynaklanır “ der, ve şiirin/ dilin toplumsal dolayımını imleyen ve  poetikasının izlerini sürdüğümüz şu sözleri ekler: “ Günümüzde insanların yaşamları küresel kapitalizmin özelliğini almış durumda. Benzeştirilmiş bir hayat yaşamaktadır herkes. Özellikle büyük kentlerde bu salgın hastalık durumunda. Organik, herkesin farklı deneyimleyeceği bir hayat biçimi çoktan tarihin derinliklerine gömülmüş bulunmakta. Bu nedenle organik bir şiirin bize sunabileceği deneyimlenmiş bir organik hayat da olanaksızdır. ( ….) Bugünkü hayat, ancak sentetik şiirle anlatılabilecek, bir yandan oldukça karmaşık, öte yandan şaşırtıcı bir aynılık, bir benzerlik göstermektedir. Demek günümüzde benzersiz olanı, Araf’ta kalmış, yalnız, hikayesini kaybetmiş bireyi, anlamla hayatın çatıştığı bir trajik ortamı, organik şiir anlayışıyla inşa edilmiş bir şiir değil, ancak ve ancak sentetik şiir sunabilir.”  Bu çözümün  çağdaş dilbilimle iç içe çalışan çağdaş psikiyatrinin verilerini gözettiği, Derrida’dan Lacan’a dolanarak zenginleşen bir poetikayı imlediği açık. Bir başka açıdan da bu, şiirin elbette yalnızca bilgiyle yazılamayacağı, ama bilgisiz de yazılamayacağı, şiirin cahiliye devrini geride bıraktığı, yazım ve alımlama sürecinde ( şairden ve okurdan) zorlu bir       bilgisel/ düşünsel çaba beklediği gerçeğini de içerir.

 

H.

Buradan, şairin poetikasını biçimleyen duyusal düzeyden Dil’e doğru bir etkiyi gözlemek ve bunun  tematik/ semantik sonuçlarını şiirde(n) izlemek olanaklı.

“Ölüm” düşüncesine dönersek: Aşk İlahileri’ndeki doğuma/ doğmaya odaklı insan- özneyi bütünleyen imge olarak “Aşk” , Günümüze Hüzzamlar’da usulca kandilini kısar ve “Ölüm” ün bir zorunluluk/ olanak halinde hayatı onaran yanıyla açığa çıkmasına izin verir. Sessizlikte yer tutan bilinç içeriği esirgenen, parçalanan, yabancılaştırılan doğayı mesafeli ama bilgece okumaya alır. Daha ilk şarkıda duyumsanan şudur: Belki ağırlıklı olarak ideolojik epistemle ıralanan geçmiş algısı, şimdinin gerçekliğiyle kesiştiğinde bütün bir anlam(a)  dizgesi çökmektedir. Bilgi, deneyim ve duyarlılık günün kapısını açmıyor; yaşanılan, önemli ölçüde şair- öznenin bilinç/ yaşantı içeriğiyle örtüşmediğinden dağınık, parçalı, ölümün barok şalıyla örtülüdür. Eldeki  bilgisiyle nesneyi/ olguyu ele geçirmek olanaksız ve söz kötücül bir hızla deviniyor. Oysa : “ Ne güzeldi diyorum hayalleriyle sızlatan o uzak yıllar.  Türküsünü söylerdik/ yüreğin, zaman varlık çiçeği açardı”

 

Varlık çiçeği açardı”, şair- öznede varlığın eksilmediği bir dünü imler; fizik acıyla dolu tutsaklık günleri.., özlenen acılarıyla  aşk vardı ama “varlık çiçeği açardı.”  Şimdiyse acı ve yoksunluk zihinsele kaymıştır: “ama anlıyorum/ anmanın da kanadı kırık. Artık/ aşk bile özlenen acılar varsa yaşanır.”

Şair özneleşmiştir ama varlığı yeryüzünde engellenmektedir; bunu taşıyan bilinç  Heidegger’cil bir “Endişe” içinde  varoluşla varlığı arasındaki kesintiye odaklanır. Varlığın bir düzeyi olarak ontik bir yalnızlığın duyumudur dil’de açılan : “ Bazen karanlık bir suya girer gibi dalıyorum/ sadece sıkıntı veren hayata. Felek benim/ ama keyfimce dönmüyor gerçeğin çemberi” Elbette dış dünyaya eklemlenmiş bir teslimiyeti önermiyor bu duyumsama; olguyu varlığında  imleyen, ötesini anlama   “arzusunu arzulayan”  bir  insanlık hâlinin altı çizilir, dönüp duran yağlı is kokusu içinden özneliği yitirme ve kim bilir, yalnızlığı oradan askıya alan bir yabancılaşma hâli: “ Anlamıyorum artık hiçbir şeyi/ ve anlamak öyle yabancı ki .”

 

 

I.

2000 öncesinin yeryüzüne sığan/ sığınan şiirinden, poetik karşılığı ödenmiş bir kırılmayı okuyoruz. Sendeleyen Ben, bütün anlamlandırma süreçlerinden püskürtülmüştür ; Ad’lardan koparak olguyu kendi gerçekliğinde sınayan bir şiire varılmıştır. Doğal göstergeler bu şiirselin kodlarıdır artık, nesneler sabitliğinden fırlayan bir gönderge olarak süregidenin ötesinde/ berisinde dolanır. Şair anakronik bezemelerle geniş zamana yaydığı “Şimdi”yi bir yandan geçmiş- gelecek hattında imgeleme alır ve toplumsal şemayı orada kurar. İnsanı, arzuyu, doğayı, tarihi, nesneyi  “İyi”ye doğru baskılayan bir bildirişim olanağıdır söz ve bütünüyle iç deneyimde salınmaktadır. Bilginin anlama, anlamın dile tosladığı dış dünyadan yansıyan her duyum Dil’sel bir gerilimde yaşanır. Bu süreçte, temel düşünsel parametreler içinde her bilgi biçimi, şiirsele içerilir. Metin Cengiz şiirinde elbette “saf bilgi”den ya da dilseli inceleyen bir iç sesten söz edilemez; içerde/ dışarda her deneyim dile/ dilden çökelir.

Felsefeyle şiirin aynı sorunsallara odaklandığını, farkın neredeyse yalnızca söylemde olduğunu biliyoruz. Metin Cengiz’in 2000 sonrasında poetikasına içerdiği düşünsel, Günümüze Hüzzamlar’ı da dipten dolanır. Şairin “ Felsefî Şiir” tanımını gereksiz bulduğunu anımsayarak ama çağdaş bilginin karmaşıklığının, dolaşım hızının ve disiplinler arası geçişliliğin ve hele de çağdaş felsefenin ve psikiyatrinin dilbilimle sarmaşık yürümesinin altını çizerek sürdürürsek: Varoluşun kendiliğinden bir anlamı yoktur; insan kendi bireyliği içinden türlü yanılsamalarla bir çıkış arasa da, bunun yararsız olduğunun farkında. Bilimsel bilginin, katı aklın açıklamaları da bu acıyı dindirmiyor ve elde kalıyor sezgisel / imgesel epistem. Metin Cengiz şiirinin ontik bileşkesi tam buradan konuşulmalıdır. Toplumsal aidiyetin ya çağ gerisi temelde belirdiği ya da bütünüyle iptal edildiği postmodern zamanlarda, insanın kendiliğini ötekinin yüzünde aradığı Dün’ü yeniden ( elbette günün zorunluluklarının farkında olarak) anımsamak, inşâ amaçlı şiirsele içermek gerek. “Bireyin geleneksel kökenlerini yitirerek ruhsal çöküntüye boyun eğişi”  ((Felsefe Sözlüğü, A.Güçlü, Bilim-Sanat yay.) sonucunda ortaya çıkan Anomik insan, bu şiirin sorunsalı için bir açkı olabilir. “Anomik insanın başlangıçta yalnız, anlamsız ve çöküntü içinde olduğunu düşünebiliriz. Derinlerde gerçekten böyledir. Ama klinik deneyim bu insanların en azından bir bölümünün yüzeysel de olsa imrenilecek bir uyum gösterebildiğine işaret ediyor. Mesleğinde başarılı, iyi eş, iyi anne- baba, iyi yurttaş olabiliyorlar. Belki siyasal tercihleri, sanat beğenileri, zevk aldıkları şeyler olabiliyor”

Bu satırları, Saffet Murat Tura’nın bir yazısından aktardım (Bir Ses Gelseydi Eğer, Defter, Sayı- 35). Metin Cengiz şiirindeki sorunsalı anlamada katkısı var. (Edebiyata, özellikle şiire çok değerli ufuklar açtığını düşündüğüm psikiyatrik açılımları var Tura’nın; bu verimin şiir ortamında gereğince değerlendirilmediğine inanıyorum.) Şöyle sürdürüyor yazar: “Yakından baktığımızda belli bir hakikiliği olan ama gene de  sahte bir kendilik (false self) geliştirdiklerini görüyoruz bu insanların. Yüzeydeki uyumun ardında derin bir anlamsızlık, inançsızlık, boşluk ve yabancılık var. Aslında zamanlarının çoğunu iç dünyalarına ve zaman zaman da dışarıya artmış bir dikkatle yaşıyorlar.Bir türlü kendiliğinden olmayı başaramıyorlar. Adeta yabancı bir dünyada hata yapmadan yaşamaya çalışıyorlar. Bu insanların düşüncesi sürekli olarak gündeliğin ötesine gidiyor. Kendilerini kaptırmadıkları dünyevîlik içinde yaşarken daima köktenci düşünceler dolduruyor zihinlerini; işini bırakıp inzivaya çekilmek, intihar, ölüm.”

Bu insani durumun yaygınlığı yadsınamaz. Elbette bilim en saf olana odaklanır ve betimlenenin bütün olarak aynı varlıkta gözlenmesi zordur; ama şiirin imgesel olanakları içinden kuşatabileceği/ anlamladırma eşiğine taşıyabileceği bir gerçeklik olarak çağdaş bir olgudur. Metin Cengiz  şiirindeki biçim olanaklarını genişleten poetika, bu bilinçle yapılanır. Kutsalı gündeliğin içinde deneyimleyen, örnekse en sınırsız/ etkin insanî imge olan “ Tanrı” yı Dil’sel bir olanak halinde şiirsele ulayan, “ölüme doğru” yaşayan insandaki endişeyi karşılamak üzere onu “ölümünü üstlenmeye “ çağıran şair, “tekrarın ancak ölümle mümkün olduğu”nu  bu bağlamda metafizik birikimin “Dinsel”e savrulmadan nasıl dönüştürüldüğünü şiirinde gösterir.

 

İ.

Olgunluk dönemindeki bu usta şairi, çağdaş şiirin ne’liği konusunda doğrudan şiirinden izlemek genç şiir için elbette bir şanstır ve olanaktır. Türk şiir ortamının geneli ise, hemen her ciddi sorunda bu şiirdeki yönelime, yapılanmaya, dönüşüme tanıklık etmektedir. İki elin parmaklarını aşmayan sayıda şairimizle birlikte Metin Cengiz, şiirimizde zaman zaman bıktırıcı sınırlara dayanan tartışmalardan uzak, çağdaş evrensel şiirle hiza-istikamet arayan her şair için kerteriz olmayı sürdürmektedir.

“Metin Cengiz’le Kanat Kanada”, Yasak Meyve, Haziran-Temmuz, 2006