ŞİİR DİLİ, KAPALILIK VE… /METİN CENGİZ

ŞİİR DİLİ, KAPALILIK VE… /METİN CENGİZ

Yaşadığımız şu günlerde, gün geçmiyor ki şiirin geldiği yer, oluşumu, varsa yeni dilsel değeri ve deneyimi sorgulanmasın. Entelektüel olarak hazır olsun olmasın, yeterli olsun olmasın, çok sayıda insan bugün şiire bulaşmış durumda. Özellikle, şiirde imge avcılığının, hayattan kopuk, hayatta karşılığını bulamayan yığma dizelerle bezeli söyleyiş biçeminin öne çıktığı günümüzde, şiir yazmanın kolay bir iş haline geldiğinin görülmesi (!) üzerine, şiir yazan sayısında nicelik olarak bir hayli artış görüldü. Eh, fena şeyler yazılmıyor da değil. Dize avcılığı bu, kolay mı? Hatta öyle ki, bazen sürekli oturduğum mekanda benimle bir araya gelen kimi gençler konuşurlarken şiirin bütününe bakmadan “Ben şu dizeyi sevdim. Müthiş bir şey.” Diyorlar da sesimi çıkaramıyorum. Gereksiz bir sürü tartışma ve söz. Söylediğine fanatikçe bir inanç. Üstelik, sözlerinden konuya henüz vakıf olmadığını da anlıyorsunuz ya, ister istemez gelmiyor konuşmak içinizden. Neyi nasıl anlatacaksınız? İşte böylesi günlerde herkes şair, herkes şiir yazıyor. Belki de bundandır, sorgulamalar hızlandı. Şiir nereye gidiyor, ya da “.. şiirimizde yeni bir oluşumdan ve dilsel deneyimden söz edilebilir mi?”diye. Aslını soracak olursanız, “sorun galiba anlaşıldı, anlaşılıyor” diye düşünerek bu sorgulamalara, panellere sevinilebilir de. Ama, olmuyor. Kursağınızda kalıyor. Küçük büyük çıkar kavgaları siyasetten sanat dünyasına sirayet etmiş durumda. Bu bulaşkanlık sürerse…

Evet, insanlar sorulara yazılı cevap veriyorlar, öyle ciddi insanlar ki, dergilerde, gazetelerde adları her zaman geçiyor, ister istemez düşünüyorsunuz, “Bir keramet var dediğinde, yoksa üstat söyler mi?” diye.  Oysa, soruna fazla bulaşmak istemiyor kimse, bu yüzden genel geçer şeyler söyleniyor. Herkes, “Bana ne, bir gün düzelir” diye düşünüyor. Ama düzelmiyor, daha da kötüye gidiyor görüldüğü gibi. Tıpkı siyasi hayatımızda olduğu gibi. Her şey tartışılıyor, ama düzelen bir şey yok. Bilgi toplumu olmak yerine, ilişkiler toplumu olmakta ayak diriyoruz, insanlar da düşüncelerini söylemekten çekiniyor, kavruk. Sürüyor işte bir şeyler. Yanında dalkavuk iki kişiyi gören, ve onun hazırladığı antolojilerde, dergilerde yer alanlar, “aman” diyerek birbirine destek oluyor, o onun yanında, o da antolojide, dergide yerini alıyor. Mutlu oluyor işte herkes. Bir de şiire değil de, yaşantı biçimine bakılıyor artık. Yok o köyden gelmiş, yok o şehirli, öbürü lezbiyen, iyi şiir yazar; öbürü bilmem ne, marjinal. Hiç düşünülmüyor ki, bir zamanlar her sosyalist şairdi, şimdi de her homoseksüel, her lezbiyen, her bilmem ne şair. Kimse ne üretildiğine bakmıyor. Adam entelektüel bir yaşam sürüyorsa (bu ne demekse! Karşılaşıyorum bu tür sözlerle çünkü!) salt bu özelliğinden dolayı, kötü şeyler yazsa da şair diye nitelenebiliyor. Adam kalkıp çok ciddi bir dergide, kendi anlayışına göre, koskoca Türk şiiri geleneğini değiştirmeye kalkışıyor. Bu da taraftar topluyor. İnanılacak gibi değil. Bir ulusun değerleri başka değerlerle böyle birden nerede değiştirilmiş? Bu nasıl bir anlayış? Hani nerede o övülesi geleneğimiz? Tabii bir başkası da kalkıyor, uzun saçlarıyla reklam yapmaya çalıştığını utanmak bilmeden söyleyip, bütün Türk şairlerinin bıyıklı oluşuyla dalga geçiyor. E, o zaman herkes bildiğini işler. Kimse de kalkıp kimseye, “ne oluyor kardeşim?” diyemez. Bugünkü durum, abartılı görülse de, biraz böyle.

Şimdi, işin bir başka yönü de şu. Postmodern dönemdeyiz deniliyor ya, bu olup bitenleri gören kimi yerel guruplar da, istediğini yapıyor. Edebiyatın bizim geleneğimizde edep’ten geldiğini kimse düşünmüyor. Kimsenin böyle bir kaygısı olmuyor. Derken işler karışıyor. Birisi kalkıp ciddi sayılan, böyle olduğu için yazı ve şiir gönderilen bir dergide, kendisinin de saygı duyduğu bir şairi tuhaf ibarelerle yerle yeksan ettiğini sanıyor; sonra da “Tosun” müstear adla şiir yazıyor. Üstelik, dergi sorumlusu, editör, eleştirmen. Hatta, “Ben, meşhur olanla oturup kalkarım. Meşhur olmanın yolu bu.” şeklinde sözler edip,[1] şu taşra dilberlerine taş çıkartıyor. Sanki, “yarın denilen şey onun bunun elinde kurulu bir Pazar, gir içine ne yazarsan o yazar” anlayışıyla davranılıyor. Birileri bir şeyleri kurtarma derdinde. Neyi kurtaracaksa .. tarihin bir gerçek değerlere yer verdiğini, bir de gerçekten hain, , sömürüden, ihanetten, kötülükten yana olanlara yer verdiğini biliyor olmanın avantajı mı kullanılıyor, bilemiyorum.

Düşünebiliyor musunuz? Bir şair kalkıp, diyelim “Fransa’da yaşıyorum” diye geliyor, ve “orada böyle şiir yazılıyor” diyor. Herkes tekmil durumda. Karşı çıkanlar da karşı çıkış nedenlerine göre değerlendiriliyor. Kimse de kalkıp, “Kardeşim, böyle diyorsun ama, dur bakalım. Senin söylediğin sözlerde doğruluk payı olabilir ama, bütün bir şiirin böyle olmasını bekleyemezsin ki.” demiyor. Kimse, şiirin nasıl yazılacağının dikte edilemeyeceğini söyleyemiyor. E, yöresel düşünen ne yapsın? Sonuç, ortalık karışmış durumda. Sana biat eden üç kişi bul, peygamber sensin, değil şair.

İşin bir yanı da şu: Gündem hep eleştirilmiş. Hatta geçmişteki dergilere baktığımızda, hiç kimsenin dönemindeki şiirden memnuniyet duymadığını görüyorsunuz. Bu olanaksız. Hatta, memnun olmamak, eleştirmek, yeni atılımları, gelişmeleri yermek modadan. Sanki hiç olumlu yanı yok. Öyle yeriliyor ki, şaşırıyorsunuz. Aradan yirmi küsur yıl geçmiştir, size de mi o dönemdeki gibi gelmeli? Kısaca, her dönemde yeniliklere hep karşı çıkılmış. Ya da tam tersi. Abartılmış, övülmüş. Demek ülkemizde böyle. Kimse kalkıp neyin ne olduğunu ciddi şekilde irdelemiyor. Şimdi gel de Garip’in bir dönem şiirimizde bir anlayış yarattığına inan. Hele Fransız şiirini biliyorsanız…

Sorunun can alıcı bölümüne gelince… Dilsel bir deneyim olarak bütün bu seksen sonrası şiire bakılırsa, şu görülür. Artık, İkinci Yeni dili yetmiyor. Sorunlar o dönemdekinden farklı çünkü. O dönem dünyanın anlamsızlığı öndeydi. (Faşistlerin devrimciler gibi bir söylem kullanmaları, devrim diye bilinen olgunun, faşist anlayışla, uygulamalarla çakışır olması, bunların anlaşılması, insanın dünyaya bırakılmışlığı inancı, gerçekliğin ancak sözcüklerle vücut buluyor olduğunun ayrımına varılması vb.) Şimdi ise, dil artık kendine kapalı değil (kapanmış değil), kendini edindiği o kapalı haliyle yeniden başkalarına uzanmalı. Çünkü, insanları yaşadıkları dünya hakkında bilinçlendirmenin yanlışlığı savunuluyor. Postmodernizm ile her şeyin, merkezin, belli bir dünya oluşturmanın bile yanlışlığı vurgulanıyor. İlerleme reddediliyor. Neredeyse, tarihin ilerlemeye dayandığı inkar edilecek. İnsani değerler basit, sıradan şeylere indirgeniyor.

Edebiyata gerçekten önem veren ne yapmalı bu durumda? Gerçek insani değerlere, yaratıma, yeniliğe karşı çıkmamak adına, şiirin bir dil sorunu olduğu savunulmasın mı? Bilindiği gibi şiirin bir dil sorunu olduğu, ilk defa İkinci Yeni ile önem kazandı, seksen sonrasında ise bu konuda sorumlu davranıldı. Elbette her gerçek şair bu sorunun tek tek ayırdında idi, ayırdındadır. Ama bir bilinç olarak şiirimize girmesinden söz ediyorum. Şiirin şiir dışı açıklamalarla olan ilişkisi zayıflıyor. (Yani diyelim işçi sınıfı sorununu dile getirdiği için, artık iyi şiir diye sayılmıyor.) Bir kazanç görülmesi gereken bu olgu aynı zamanda bir kayıp durumunda. Şiirin anlam dışıyla bağıntısı ilk defa başlı başına bir özellik kazanmış durumda. Hata, anlam dışılığa bu yolculuğun, yine anlamı kazanmak için, anlama ulaşmak için değil de, anlamsızlığı bir yolculuk deneyi olarak görmek gibi tehlikelerle yapılmasında.  Yukarıda söylediğimiz olumsuzlukların bir çoğunun nedeni de bu olgu. Şiirsel anlam, anlam dışına fazla taşmış durumda. (Şiirin anlam olarak taşkın/bulaşkan durumda olmasıyla karıştırılmamalı.)

Daha önce, uyak sorununa, temaya bağlı bir teknik olarak bakılırken; günümüz şiirinde tema, sözdiziminin bir parçası, bir ritim sorunu, bir seslem sorunu olarak görülüyor. Hatta sesler, ses sorunu, anlamı güçlendiren öğeler olarak ele alınıyor, biçemin içinde, anlamla örtüşmeli, teknikle ilgisiz olarak görülüyor. Bu da içeriği, her ne olursa olsun, şiirde asli öğe görme geleneğinin kendi içinde önemli bir evrim geçirmesiyle olmuştur. Bunlar, bir sıçrama sayılmalı elbette.

Öte yandan, anlamın şiirdeki yeri artık gerekli dozda olmalı. Ne şiirin raslansallığına bırakılmalı, ne de ona çağrışımlarla rasgelelik düzeyinde bakılmalı. Hatta çağrışım zenginliği, rastlantısallığın yeri, anlam salınımı zenginliği vb. şiirin arka planında anlamı bütünleyici öğeler olarak hizmet vermeli. Seksenlerden sonra, bugün göze çarpan, her gerçek şairde olduğu gibi kendini kabul ettirmiş itinalı şairlerde böyle bir söylemin egemen olduğudur. Kısaca, şiir artık ne bir tema yaratmak için, ne de temalara rasgele varmak için yazılıyor. Alışılmış anlamın dışında şiirsel anlam ön plana alınmış durumda. Şiir, alışılmış dili, dilsel çağrışımları bozmak üzerine kurulu. İtinalı olmayanlarda görüldüğü gibi, anlamsızlık peşinde koşmak yerine, anlamın metnin dışında ve içinde dengelendiği bir şiir söz konusu. Bu söylediklerimiz ilk defa seksen sonrası gerçekleşiyor. Doksanlarda yazanların bir kesimi ise, bozulmuş olanı bile bozmak peşinde. Kazanımlardan değil kayıplardan hareket ediliyor gibi. Bir diğer  kesim ise bunların etkisinde yazıyor. Hatta, “ben daha fazla imge avcısıyım” der bir edayla. Geçmişte işlenen, şiirsel anlamın konuşma dilindeki anlamla doğrudan örtüştürülmesi  hatası, şimdi bir başka şekilde, şiirsel anlamın kaybedilmesi, bir çeşit hiçlikte, imge avcılığı yapılarak, imge yığınında eritilmesi şeklinde işleniyor. Bu böyle sürecek mi? Sanmıyorum. Şiir gitmesi gereken yolu bulacaktır. Gelenekten, kendinden öncekilerden aldığı hız ve devinim gücüyle giderek olgunlaşacak, giderek gelişecek. Yoksa gündelik dildeki anlam kısırlığının bir çeşit karşılığı olan şiir dilindeki marjinali şiir sanma yanılgısının  sürgit devam edeceğine inanmıyorum. Evet, seksen sonrasında şiir dili biçemsel (üslupla ilgili) bir dil olarak algılandı, ancak bu aynı zamanda yaratıcı, açımlayıcı bir başka dil anlayışının gelişmesiydi. Dili yok sayan, onu hiçleyen bir dil anlayışı ise şiirde hiçbir zaman olmadığı gibi yine egemen olamayacaktır. Kendimi nerede gördüğüm sorunuza gelince iktidar olunan yerde gördüğümü açıklamam sanırım yersiz olmasa gerekir.

 

Lodos, Şubat-Mart 1998

[1] Turgut Özal’ın “Ben zenginleri severim. Onlardan zarar gelmez” türünden sözlerine ne kadar benziyor.