Müesser Yeniay ile Şiiri Üstüne…/Çayan Okuduci

Müesser Yeniay ile Şiiri Üstüne…/Çayan Okuduci

“Dil mühendisliği, duygu hassasiyeti ve hakikati görme arzusu ile şair, aslında tüm insanlık için manevi bir sığınak ve hatta saray kurmuş olur.”

 

 

 

 

 

Müesser Yeniay şiirini, şiire bakışını yazdığı teorik ve poetik yazılarda okuduk, okuyoruz. Şiirinizdeki kadın hürriyeti ve kadınlar üstündeki sınıfsal ve ideolojik baskılara direnişi sıkça ve bir ödev gibi işlediğinizi son kitabınız olan Sevgiliyle Daimî Konuşma‘da da okuyoruz. Satır aralarında mesajlarınızı okuyucuya ulaştırıyorsunuz. Kitabın önsözünde ilk cümleniz şöyle: şiir, bir sonuçtur, diyorsunuz. Bize Sevgiliyle Daimî Konuşma’daki sonuçlardan bahseder misiniz?

Sevgiliyle Daimî Konuşma adlı son şiir kitabımın giriş yazısı olan “Şiir Yazma Politikaları ve Bir Şiirin Doğuşu” adlı yazımda “Şiir, bir sonuçtur” derken şiirin metin üzerindeki hayatını önceleyen bir hayatının da olduğunu vurgulamaktı amacım. Bu süreci tahayyül etmek şiirin anlaşılması ve anlamlandırılmasını da kolaylaştıracak bir süreçtir kuşkusuz. Dediğiniz gibi bu anlamda Sevgiliyle Daimî Konuşma da bir sonuçtur. Kadının bir tür alan açma çabasının, kilitli cinsel ve duygusal özgürlüğünün ifşasının, bedeniyle olan mahrem ilişkisinin, kadın olmaktan kaynaklanan ötekiliğinin, kendine kendisinin durmadan kıymetli olduğunu tekrar etmesinin, karşı çıkmanın aslında varolmakla aynı anlama geldiğinin, kadınların yalnızca bedenleriyle doğurmadıklarını akıllarıyla da doğurabildiklerini işaret etmenin, tozla kaplanmış kimliklerini silkelemek istemenin, erkeğin de kadının arzu nesnesi olduğunu hatırlatmanın, kadının duygularını kötürümleştiren iktidarın yerilmesinin, tutku ateşini harlamanın, kadın olmak kaynaklı türlü sanrıların, iniltilerin, hiçleştirilmelerin ve bunlara direnmenin bir sonucudur Sevgiliyle Daimî Konuşma. Bu noktada şiirim kadın konusunu işlediği için değil lirizminden ötürü dişil söyleme sahiptir. Hatta günümüzde yazılan dişil söyleme sahip şiirin en iddialı ve yaldızlı temsilcisidir. Helene Cixous’un “Medusa’nın Kahkahası” adlı önemli yazısında kadınlara hitaben dediği “Kendinizi yazın. Bedeniniz duyulmalı” aslında benim şiirime öncülük eden bir bakış açısıdır. Bedenin politikalarını araştırmak hayatımızda birçok şeyi değiştirebilir. Örneğin kadının cinsel organını şiire sokmak, eril düzeni sarsabilecek bir olgudur. “Göğüsler”, “Vulva” adlı son şiirlerim de bu bakış açısına örnektir. Örneğin “zeker” üzerine bir şiir yazılmaz çünkü erk olan şey şiirsel bir nesne olamaz. Şiire girmesi için ezilmesi, yoksayılması, gözardı edilmesi gerekir. Diğer bir nokta ise bilindiği gibi kadın bedeni üzerinden güdülen politika dehşet vericidir. Bu ataerkil bir düzen olduğu için böyledir. Eğer ki anaerkil yahut eşit bir düzen kurulmuş olsa, kadının cinselliği aşağılanmaz tam aksine gurur duyulacak bir konu olurdu. Kadınlar erkek bedenini aşağılayan, ötekileştiren, değersizleştiren küfürler, argolar üretirlerdi. Anneye değil de küfürler hep babaya edilirdi. Aslında burada unutturulmuş önemli bir tarihsel dönem vardır. Okçulukla, avcılıkla birlikte güç kazanmaya başlayan savaşçı erkek, dinle bu kurumsallaşmasını tamamlamış ve bereket tanrıçası olarak gördüğü anaerkil dönem tanrıçalarını Halid bin Velid gibi askerlerle kırmış ve onların yerine hantal ve sağduyu yoksunu erkekliğini koymuştur. Anadolu’da toprağın altında uzanan bu tanrıçalar, yaşayan evlatlarına seslenmekte ve tarihi onlara en baştan anlatmaktadırlar. Ben de sadece onlardan biriyim. Ayrıca din sadece kadın oluşun önündeki en büyük engel değil, insan olmanın da önünde olan en büyük engellerden biridir. Ahlakı güdümüne alması ona ahlakın politikasını yönetme olanağını da vermiş ve bu da onu ölümcül bir araç hâline getirmiştir. Tıpkı ülkemizdeki mevcut durum gibi.

Şiirinizin felsefe ile olan ilişkisini sormak istiyorum. Zaman zaman feminist düşünce politik bir güç olarak öne çıkarken zaman zaman da varoluşsal bir dışavurum. Şiiriniz yeniden yorumlanmaya açık bir metin. Ne düşünüyorsunuz? 

Yahya Kemal, “Türküler bizim romanlarımızdır” der. Aslında bakıldığında türküler ve şiirler halkın kendi felsefesini ürettiği köklü yapılardır. Örneğin Rumî’nin bir şair mi olduğu yoksa bir sufi mi olduğu tartışılan bir konudur. Aslında Rumî her ikisidir ve bunda da bir beis yoktur. Şiir, felsefi düşüncenin kuruluğunu ve rasyonelliğini estetik ve haz veren yapısıyla aşar. Mesela Freud da bu konuda şunu söyler: “Nereye gittiysem bir şairin benden önce oraya uğramış olduğunu gördüm” Dilin, sözcüklerin yapısal olarak ideolojik birimi içinde taşımaları bir yana şairin tutumu da şiirsel söylemin yönünü çizer. Şiirimin özsel yapısına bakılacak olursa hem kadın duyarlılığının hem de varoluşsal duyarlılığın öne çıktığı sezilir. Her ikisi farklı oranlarda önceki kitaplarımda da mevcuttur. Şiirin varoluşsal sorgulama pratiği için en uygun sanat alanı olduğunu düşünmekteyim çünkü dil aynı zamanda varlık için elzem bir araçtır. Felsefi okumalarımın dışında, tasavvufun da bu arka planıma katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Sorgulamayı, sormayı ve daha çok düzeltmeyi ve karşı durmayı sevdiğim için, sorularla içli dışlı bir yaşam sürmeye ve öze nüfuz etmeye çalışıyorum. Her zaman olduğu gibi felsefi söylem, imge kanatlarıyla bana ulaşıyor. İmgenin içindeki felsefi ve şiirsel öz, -kendim yazmış olsam da- bazen beni bile  şaşırtıyor. Örneğin “ölümlü bir bedeni taşısak da/ -kısa bir zaman da olsa- // Tanrı yaşıyor bedenimizde” dizelerini yazdıktan sonra Ovid’in est deus in nobis (içimizde Tanrı var) ile okuma yaparken bir yerde karşılaşıyorum. Sevgiliyle Daimî Konuşma’da ayrıca aşkın fenomenolojisini de araştıran ve ona fener tutan bir yan var. İki kişilik tekliğin, tek kişilik ikiliğin ortaya koyduğu bu varoluşsal travma ile insan, kopuşun ve birleşmenin söylencesini her aşkta yeniden tekrar eder.  Kimliğin, düşüncelerin ve bedenin değişmesi, aşkın da zamanla –tüm pozitifliğine rağmen- varoluşsal problemler yaratmasına neden olur. Dolayısıyla bu, şiirsel bakış için de verimli bir alan teşkil etmiş olur. Duyguların kalibresini, barometresini en iyi bilen şairdir. Örneğin Cenap Şahabettin “Her gün akşama kadar ruhumu teftiş ederim” demektedir. Dil mühendisliği, duygu hassasiyeti ve hakikati görme arzusu ile şair, aslında tüm insanlık için manevi bir sığınak ve hatta saray kurmuş olur. Şiirin geçmişten gelen hikmetli mayası, bizim kültürümüzü de şekillendirmiş ve şekillendirmektedir. Hikmet söylemek yalnızca peygamberin değil, modern zaman peygamberleri olan şairlerin de görevleridir.

Şiirinize bir sınır çizdiniz mi? Bu soruyu bana sorduran yine sizin önsözünüzde Wittgenstein’den şu alıntıdır: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır”

Dil konusunda, Öteki Bilinç: Gerçeküstücülük ve İkinci Yeni adlı kitabımda dilin her ifadeye dönmesi, her düşünceyi dile getirebilme potansiyeli, onun esnekliği konusunda bir metafor kullanmıştım. Dilin bir fener gibi her köşeye nüfuz edebilmesi, ışığın kavrayıcılığı gibi bir kavrayışa ve hükme sahip olması kuşkusuz her yazarın arzusudur. Bunun için Virginia Woolf’un bir önerisi vardır: “Binlerce kitap okuyun ki, kelimeleriniz bir nehir gibi aksın” Bu noktada dilin elastikiyeti biraz da aklın elastikiyeti demektir. Akıl, ilhamla yahut tahayyülle gelen ifadenin şiir olup olmadığına karar verme safhasında önem arzeder. İyi şair, her yazdığının şiir olmadığını bilen ve kılçıklı söylemleri ayırd etme yetisine sahip kimsedir. Bu da çok okuyarak gelen mesleki bir sağduyudur zaten. Bedenin de hafızası vardır. Dil, zaten şaire kendisini farklı göstermeyi bilir ve daha cömert olarak ona kendisini sunar.

Öte yandan tabiattan alınma yansıtmacılıkla oluşturulmaya gayret edilen dil giderek ondan uzaklaşmış kendi tabiatını insana kabul ettirmiştir. Onun insan üzerindeki tahakkümü, tabiatın tahakkümü kadar güçlüdür hatta ondan daha da güçlüdür. Küçük Prens adlı kitabında Antoine de Saint-Exubery “Sözcükler yanlış anlama kaynağıdır” der. Hayali düzlemdeki dilsel gerçeklik, dışarıdaki gerçekliği kavramaya çalışırken aynı zamanda içsel eşgerçeklikler de yaratmıştır. Örneğin bir toplumda “tanrı” sözcüğünün olmaması bir yaşamın toptan değişmesi anlamına da gelecek ve farklı bir yaşam alanı inşa etmeye vesile olacaktır. İnsan dilinin ve tahayyülünün kölesi olmakla varoluşsal ihtiyaçlarını karşılamış olsa da, kendisini gerçekleri sanrısallaştıran ve sanallaştıran bir boyuta da yaklaştırmış olmaktadır. Dilin hayatımızdaki tahakkümü sandığımızdan çok daha fazla ve ölümcüldür. Hayali varlıklarla işgal altında olan bu dil, insanın zaaflarını ve insani defolarının da en büyük göstergesidir. İnsan, arzusunu dile de yerleştirmiş ve uzun yıllardan beri ona tapınmaktadır. Robert Briffault, “Dinsel duygular kabardığı zaman cinsel duygular da asla uzakta değildir” der ve şöyle devam eder: “Bazan yanlış olarak ‘dinsel içgüdü’ adı verilen ‘insan kaderine hâkim iyilikçi bir gücün varlığına inanma ihtiyacı’ bağımlı insanın cinsel eşinde aradığı ana şefkati ihtiyacıyla aynı türdendir. Schleiermacher, dinin temel özelliğinin mutlak bağımlılık duygusunda olduğunu ileri sürmüştür” (“Din alanında Cinsellikten Sevgiye Geçiş” Aşkın Anatomisi 49). Yani dil, ihtiyaçların bir müzesidir.

Bir şair olarak Türk şiirinde şiirin tematik alanını genişletmenin benim de görevim olduğunu düşünüyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi kadının harem dünyası olarak kabul edilen yaşantının gündelik hayata ve şiirsel pratiğe dâhil edilmesi dilsel politikamın en başat öğesidir. Hint asıllı Kanadalı şair Rupi Kaur’un yatakta regl olmuş hâliyle fotoğraf çekilmesi kadar cesur olmasam da, amacım şiirsel temlerle bu tavra yakın bir duruş sergilemektir. Dilsel gerçekliğin, dış gerçekliği kumanda ettiği düşüldüğünde kadınların kendi bedenleri ve kendi şahsi dünyaları hakkında konuşmalarının onların özgürlüklerini büyük oranda arttıracağını tahmin etmek zor değildir. Dilin kurgusallığının yanında “kurucu” öğe olması çok kişinin bildiği bir olgu değildir. Bu yüzden kadının hayattaki, dildeki, edebiyattaki görünürlüğü arttırılmalıdır. Örneğin “Mastürbasyon” üzerine şiir yazıyor diye tarafıma verilmeyen bir ödül aslında tam anlamıyla faşizmin hizmetinde olan bir ödüldür. Dilin kadınsal söylemin hizmetinde kullanılması, en çok erkeğin “Tanrı” olmadığını aslında bir ölümlü olduğunu hatırlaması için önemlidir. Kadının bedeninin hikâyelerini anlatmaya elbet devam edeceğim.

Şiir ve hayat ilişkisi hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyor okuyucu. Zira bu karmaşık bir konu ve sizin de zaman zaman yaptığınız açıklamalar var. Biraz daha açar mısınız?

 Şiir, sadece duygular değildir. Varlıkla, sonsuzlukla, insan olmaklıklıkla bir hesaplaşmadır. Şiirin asıl cesareti ve gücü de buradadır. Lorca’nın dediği gibi “Çünkü, baştan sona sefalet ve haksızlıklarla dolu bir dünyada her sabah uyanır uyanmaz yapılacak iş çığlık atmak olmalı: Karşı çıkıyorum! Karşı çıkıyorum! Karşı çıkıyorum!” Yine Virginia Woolf da “Düşünmek benim savaş biçimimdir” demiştir. Hayatın kodları, dizgeleri farklı insanların algılarına ve keyiflerine göre düzenlenmiştir. Dolayısıyla ilk yapılacak olan evrendeki her nesneyi kendi gözlemlerine ve çıkarımlara göre yerine koymak, tanzim etmek olmalıdır. Zaten Kant’ın da dediği gibi Aydınlanma “insanın aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır” Burada şairi, şuur kaynaklı olarak bir entelektüel olarak görmek gerekir çünkü şiir “kültürün köpüğüdür” (Cemal Süreya). Hayatı yeniden tanzim etme ona çekidüzen verme çabası genelde hep egemen güçlerin güdümünde olmuştur. Gündelik insanın yapması gereken kendi aklıyla, “öteki olma seline kapılmadan” kendisi olmak ve her durumu, alışkanlığı, geleneği, inancı sorgulamayı ödev bilmesidir. Kadının yaratılmış olan “uysal” prototipi bana uygun bir nitelik değildir hatta bir çamurdur. Etken olmak, dirençli olmak, pozitif olmak hakkını bana veren de bir kadın olarak üretime katılıyor olmamdır. Emek-güç dengesi kurulduğunda kadının pozisyonu da değişecektir kuşkusuz. Görünmez kılınan emeğinin hakkını talep etmek onun hakkıdır. Kadının emeğinin görünür olması için ilk önce kadının “görünür” olması gereklidir. Metin-dışı bırakılan, mutfaklara yemek kokularına terkedilen, kara yazmaların için kara yazgılı… kadının kaderi bu olamaz. Dolayısıyla şiirimin kadınlar için Attila İlhan’ın dediği türden bir fonksiyona da sahip olmasını arzu ederim: “Bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor/ odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar”

Şiir ve kurgu konusunu sormak istiyorum. Gerçeklik dil düzleminde dile gelirken gerçeklik birebir mi yansıyor? Ya şiir diliyle hakikati vermek olası mı? Kurgularken nasıl bir şiir çıkıyor karşımıza ve gerçekle ilişkisi nasıl bu bağlamlarda?

Şiirin yalnız bir kurgu olduğunu söyleyen şairler oluyor. Oysa ben onu varlığın özü ve mahiyetli parçası olarak görüyorum. Hakikatimin en kristalize olmuş hâli.. Yani bu durum bir bülbülün ötüşünü bestelemek zorunda hissetmemesi gibi tabii bir olay. Vincent Van Gogh’un dediği “Ama doğrudan doğruya ciğerimden çıkmış bir şey var bu resimlerde” gibi bir durum. Kalemin bedenin bir uzvu kılınması ve sözcüklerin de bedenden akan acıyı sindirmesi ve yayması durumu biraz da.. Tabiatında sanat yapmak var diye sanat yapan kişi zaten tutkusunun güdümünde yaşar ve orayı yer yurt edinir. Bu “evde olma hissi” tanıdık ve güven vericidir. Sözcüklerin arasında bir keşişten yahut târiki dünyadan farksızdır. Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi şiirin hakikatle olan bağı benim başat politikamdır.

Dünyevi (dış) gerçeklik ile dilsel gerçeklik denilen iki ayı olgunun varlığından söz etmiştim. Yaşantının dile aktarılması da bir çeviri edimidir. Çevirmen yalnızca dil içi çeviri yapan kimse sayılmaz. Ressam, müzisyen, genel olarak sanatçı bir çevirmendir. Hâlleri, duyguları, düşünceleri, yaşantıları yani sözsüz dünyayı dile aktaran “söz padişahı şair” bu noktada önemli bir dönüştürme/çevirme pratiği içerisindedir. Örneğin bana düşünceler imgelerle birlikte gelir. Acı içinde kıvranırken, acı duyuyorum demek kendi acıma haksızlık etmem anlamına geleceğinden o duygunun da hakkını vermem gerektiğini düşünürüm: “Avını yemiş/ semirmiş vahşi bir hayvan gibi/ çekiliyor acı/ üzerimden// yazmak olmasa dağılacağım zerrelerime” (Sevgiliyle Daimî Konuşma 27).

Son olarak Müesser Yeniay’dan yakında yeni dosyalar, çalışmalar okuyacak mıyız? Okuyacaksak bu şiir mi olacak, eleştiri mi?

Uzun zamandır yazmakta olduğum yeni çıkmak üzere olan bir kitabım var: Şiir Belleği: Poetika, Kanon ve Kadın Üzerine Yazılar, Şubat 2019’da okurla buluşacak. Öteki Bilinç: Gerçeküstücülük ve İkinci Yeni, Türk Edebiyatında Modern Okumalar adlı kitaplarımdan sonra üçüncü teorik kitabım olacak. Modern şiiri ve öncesini anlamak isteyen okur bu kitaplarımı bir başvuru kaynağı olarak kullanabilir. Bunun dışında elimin altında her zaman olduğu gibi son şiirlerimin olduğu yeni bir şiir dosyası var. Ayrıca Türk şiirinde poetika ve politika ilişkisini araştırdığım ayrı akademik bir çalışmam var. Sonuncusu ise önümüzdeki aylarda basıma hazırlanacak olan genişletilmiş baskılı çeviri kitabım. Bir yandan da kitaplarımın yeni baskıları yapılıyor. En son Ben Olmadan Çöller Vardı adlı şiir kitabımın 2. baskısı çıktı. Bu noktada sevgili yayımcım ve şair Metin Cengiz’e şiirime olan kıymetli desteğinden ötürü teşekkür etmeliyim. Bunun dışında İran’da ve İtalya’da önümüzdeki zamanlarda çeviri şiirlerim kitap olarak yayımlanacak. Ayrıca Belçika’da Gülcan Kahraman editörlüğünde yayımlanmakta olan Akrostiş dergisi ve Pen Flanders beni bir ay konuk yazar olarak misafir etmiş ve orada iki dilde de (İngilizce, Türkçe) çeşitli etkinlikler düzenlemiştik. Bu süreçte Belçikalı ünlü yazar Peter Verhelst ile derginin sansür sayısı için her iki kültürü de analiz eden bakışlarla mektuplaşma şansımız oldu. Bu mektuplar da Belçika’da Şubat’ta yayımlanacak. Zaten çevirilerim, yazılarım ve şiirlerim düzenli olarak dergilerde yayımlanmakta.. Okurla aramda çok sıcak, samimi bir temas ve akış var ve bu da benim için bir sevinç vesilesi. Bu güzel söyleşi için teşekkürle..

 (Varlık, Haziran 2019)