MÜESSER YENİAY’IN SEVGİLİYLE DAİMİ KONUŞMA’SI İÇİN/FERGUN ÖZELLİ

MÜESSER YENİAY’IN SEVGİLİYLE DAİMİ KONUŞMA’SI İÇİN/FERGUN ÖZELLİ

 Şiir yazanların çoğaldığı, şiir okurunun azaldığı, şiirin de hayatımızdan usul usul çıktığı bir dönemi yaşıyoruz.

Şiir yazanların çoğalması elbette mutluluk verici; ama aynı oranda şiir okurunun azalması, hatta yüzdesinin tekli rakamlara inmesi de ayrı bir hüzün kaynağı; bir diğer hüzün kaynağı da şiirin (şarkı sözleri dışında) giderek hayattan kovulması.

Şiirin hayattan kovulmasıysa, düşsüzlük ve iletişimsizlik; geçmişini yitirmiş bir geleceksizlik; paylaşmayla yardımlaşmayı unutmuş yoğun bir bencillik; doğadan uzaklaşma; soru sormayı, sorgulamayı ve toplumsal ve bireysel yüzleşmeyi unutup “insan” olmayı bile reddeden bir kimliksizlik getirmekte. Bunun dışında da şiddet, nefret, kin, savaş, ırkçılık, cinsiyetçilik ve her türlü yobazlığın son hızla topluma geri dönmesini, giderek kanserleşip yayılmasını sağlamakta; sevmeyi, sevebilmeyi zedelemekte; en önemlisi de, bir kavram olarak sevgiye olan inancı, onarılamaz derecede ortadan kaldırmakta.

Böyle bir dönemde şiir yazanlarsa inanılmaz bir inatla tüm bu olumsuzluklara (hem kendileri, hem de içinde yaşadıkları toplum açısından) şiirle direnmeye ve bu olumsuzluklardan etkilenenleri şiirle iyileştirip onarmaya çalışıyorlar.

İşte bu çaba içindeki insanlardan (üstelik, hem kadın hem de şiir yazan) biri de Müesser Yeniay. Dibine Düşüyor Karanlık da, Yeniden Çizdim Göğü, Ben Olmadan Çöller Vardı isimli kitaplarından tam üç yıl sonra, Şiirden Yayınları’nın okurla buluşturduğu, Sevgiliyle Daimi Konuşma (1) isimli yeni bir şiir kitabıyla çalıyor kapımızı.

Kitabın ilk sayfaları, Müesser Yeniay’ın şiir evreninin ne olduğuna, ne olabileceğine işaret ettiğini düşündüğüm, Şiir Yazma Politikaları ve Bir Şiirin Doğuşu başlıklı yazısını da kapsıyor.

Örneklersem, altını çizdiğim bu satırların, onu ve şiirini en iyi anlatan bölümler olduğunu söyleyebilirim:

“Nesir, tanık olmaktır; şiir ise “olmak”tır. Nesir, dilde geniş bir satıh açarken, şiir, derine, insanın varoluşuna bir satıh açar… Felsefenin insanın sorularına yetersiz kaldığı yeri şiir tamamlar. Çünkü varoluşla hesaplaşma aslında lirik bir hesaplaşmadır.”

“İmge kullanımı kuvvetli bir söylem için şairin en büyük silahıdır. İmge kullanmayan birine şair demek sorgulanmaya müsaittir.”

“Şiirde varlık mistisizmi önemli bir yerde durur.”

“Macherey, Edebi Üretim teorisi adlı kitabında, “yaratım, kendini çoğul kılma, çoğaltmadır.” der. Fakat benim düşüncem çoğaltma değil, çoğul olanın kalıbını çıkartma, resmini çekmektir… Çünkü insan hem kendinin öznesi hem de nesnesidir. Ve en iyi bildiği şeye -yani kendine- yabancı olmak onun yazgısıdır.”

“ Helene Cixous’un söylediği gibi, ‘Ataerkil gelenekle mücadele ancak feminen bir söyleyişle mümkündür. Dolayısıyla kadının varolması, kadının yazmasıyla, kendine ait ifade yöntemleri geliştirmesiyle olanaklıdır.”

Aynı yazının Bir Şiirin Doğuşu bölümünde de, dünyada, özellikle de doğu toplumlarında ve Türkiye’de, hem şair hem de kadın olmanın zorluklarını irdeler Yeniay. Ve Wittgenstein’dan bir alıntıyla da oldukça anlamlı bir şekilde bu bölümü sonlandırır: “Üzerine konuşulamayan hakkında sus[ulur.]”

Yukarıda alıntılar yaptığım yazı,  bundan bir önceki kitabı için,“Türk şiirinin son on yılında, sınırlı sayıda şair-kadın tarafından sürdürülen feminen onarıma, dil ve zihniyet odağında tanıklık etmek isteyen okur, Müesser Yeniay’ın kitabıyla mutlaka tanışmalı.” diyen Celal Soycan’ı da doğrulamakta.

Kitapta, Şiir Yazma Politikaları ve Bir Şiirin Doğuşu yazısının ardından, kısa bir “önsöz” karşılıyor bizi ve diyor ki: “Yalnızca şiir yazarken ruhum dans ediyor. Yalnızca şiir yazarken bütün mekânlar, bütün zamanlar, olanaklar benim. İşte bu, varoluş neşesi… Hayal kapısı hep aralanmayı bekliyor; orası saf şuur, tıpkı, tanrı gibi.”

Sonra da şiirler başlıyor…

Kadın şiirinde, “ben / insanın az / Allah’ın / bol / olduğu yerim” diyor;

Hangi Allah’ın Kulu şiirinde, “Hangi Allah’ın Kulu / hangi annenin çocuğuyum ben / … / kalbimin üzerinde çilingir sofrası / kuruyor hancılar / … / dünya erkekler için kuruluyor / erkekler için bozuluyor” diyor;

Recm şiirinde, “aşk biter… / … / yürek recm edilen bir kadın gibi kalır /  gerçeğin ortasında /  yürek, Tanrı’nın / bana attığı en büyük / taş” diyor;

Ceviz şiirinde, “kadınlığımız insanlığımızdan önce / -çünkü kadınız diye bunca ezilme-” diyor;

Taş şiirinde, “taşın altından izlediğim dünya /  ağır, çok ağır” diyor;

Bu Dünya Erkek şiirinde, “ Bir kadınım / bu kocaman yeryüzü gibi ağaçsızım /… / bazen bir erkeğe gidiyorum / -bir hiçliğe- / … / bu dünya erkek / güçlü, ödlek, sahtekâr” diyor;

Hastalık şiirinde, “ erkeklik / büyük hastalık” diyor;

Regl şiirinde, “erkekten şair olmaz / erkekten şaire kalem olur” diyor.

İşte bu dizeleriyle de, kadınlık ve erkekliğin dünya üzerinde yaşanan o sissiz, perdesiz gerçekliğini, kendi bakış açısıyla kalın, katı ve oldukça acıtıcı çizgilerle çiziyor şiir okurunun bilinçaltına Yeniay. Belki de, Jean Baudrillard’ın “Öteki, kendimi sonsuza dek yinelememi engelleyendir.”(2) dediği gibi, “öteki” olarak erkeği görüp göstererek, kendisini yeniye, başkaya ve başkalaşıma doğru yönlendiriyor.

Ama bu dizelerdeki kalın, katı ve acıtıcı çizgiler, onun, bir erkeği sevebilme duygusunu (Erkeğin Sevgisi şiirinde acımasızca eleştirse de) ortadan kaldırmıyor; tam aksine, “tek kişilik bir insan ailesi” olmanın getirdiği yoğun bir “sevilme içgüdüsü”yle birlikte, sevdiğini, sevdiğine ve hatta herkese, cesurca haykırma (belki de sadece seslenme) olanağı sunuyor. Kitaptaki, Yaz, Beni Dalımdan Koparasın Diye, Sırrın İçinde, Büyü, Bambu, Kar, Alaz, Sevgiliyle Daimi Konuşma I-II-III, Arzu, Ağız, Testere, Paylaşabilirim Bedenimi Beninle, Yarım Kadın, Arzu, Dal, Yer Yurt, Kestane şiirleri de bu haykırmaya (belki de sadece seslenmeye) en güzel örnekler.

Bunun dışında, Kenzü’l Esrâr şiirindeki, “-hayalime kapanıyorum- / merhametli annesiyim / doğurmadığım / çocukların” dizesiyle Hong Kong şiirindeki, “acısı, hazzı / benim olan bu beden / -doğurmadığım bir çocuk gibi- / benim” dizeleri, insanlardaki en doğal içgüdü olan üreme içgüdüsünün, hem gövdesini hem de çevresindeki çocukları kendi çocuğu gibi görüp sahiplenmesine dönüştüğünü de çağrıştırıyor diyebilirim. Bu çağrışım da, genel toplumsal yapı içindeki kadın erkek ilişkilerinde kabullenilmiş sürece bir itiraz olarak ele alınabilir.

Nedir o kabullenilmiş süreç: kadın ve erkek (âşık olarak, görücü usulüyle, ticari sözleşmelerle, zorbalıkla, vb.) bir araya gelip evlenir, çocuk ya da çocuklar yapar. Çok çeşitli nedenlerle çocuk yapmayan ya da yapamayan kadın ya da erkek de, nedeni sorgulanıp araştırılmadan, kısık sesle de olsa, “kısır” denilerek küçümsenip aşağılanır. Gerçi bu süreçte, çocuk yapanların da mutlu olacağının garantisi yoktur. Boşanmalar, ayrılıklar devreye girebilir. O zaman da doğmuş ve doğurtulmuş çocuklar, psikolojik sorunlarla iç içe yaşayıp sorunlu bireyler haline dönüşürler. Ayrıca toplumsal, tarihsel ve iklimsel süreçlerin de tüm bu olanlar için ayrı bir film platosu ya da senaryosu olduğu da söylenebilir.

İşte yukarıda örneklediğim iki dize, yaşanmışlardan yola çıkarak, gelecek için daha şimdiden bilinçli biçimde tercih edilmiş yepyeni bir bireysel yaşama açılan yeni bir kapı gibi gözükmekte diyebilirim Müesser Yeniay için.

Evet, bu kitap, az da olsa, ünlü “bir” sözcüğü ve bazı zamir fazlalıklarıyla bile, Müesser Yeniay şiirinde önemli bir aşama; belki de sonrası için yeni bir laboratuar çalışması. Çünkü o: “yazmak bana tanık oluyor ama beni teskin etmiyor; doğduğumdan beri içimin cızırtılı radyosu açık.”, “ben gurbette değilim / huzursuzluk vatanım” diyebilen, hem hayalin hem de gerçeğin önünü ardını görmeye gelmiş, acının semalarında bir uçurtma gibi çılgınca uçan, zamana değil, kıyıya bağlanmak isteyen, ıssızlığın kardeşi bir insan.

 

  • Müesser Yeniay, Sevgiliyle Daimî Konuşma, Şiirden Yayıncılık, Eylül 2017
  • Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, Ayrıntı Yayınları, 2010