Ogün Kaymak ile Söyleşi

Ogün Kaymak ile Söyleşi

OGÜN KAYMAK’la    Söyleşi

 

“Kapısız kentler vaat ettim size.”

Ogün Kaymak

11048670_1602556169957838_1079542197939187251_nKendi tabiriyle, Nur ve İnci’nin babası Ogün Kaymak, İstanbul Tıp Fakültesi mezunu ve tıbbi görüntüleme uzmanı. İlk şiir çalışmaları 1984 yılında başlamakla birlikte, şiir serüveni Son Kişot dergisinde başladı. Şiirlerini; Parantez Kuşağı, Henüz, Kırık Dans, Rüzgâr Alfabesi (Beş kitaplık şiir seti), Gayb Suyu, Düş/Görümlüğü, Günerken, Bu Bir Sır Değil!, Her Şey Dün Oldu, Okunaklı Harfler, Bas ve Ben, Altını Çiz Üstünü Ört adı altında çeşitli  kitaplaştırdı. Pek çok dergide yazı ve söyleşileri çıkan Kaymak, halen Mersin’de yaşamakta ve şiir çalışmalarının yanı sıra Mersin’de, Celâl Soycan’ın moderatörlüğünde gerçekleştirilen “Sanatta Düşünsel Pratikler” toplantılarına, şiirin yanı sıra müzik üzerine de yürüttüğü çalışmalarla katılmakta.

            Ogün Kaymak okumaları için göz önünde bulundurulması gereken iki önemli yan; şiirlerinin bilişselliği ve düşüncel izleğidir. O, şiirini, bilme eğilimi (arzu olarak bilgi) üzerine inşâ eder. Yani deneyimlenen şekliyle söyleyecek olursak; zihinsel süreç ile ilgili olanın, dil içi bağlamları (sözdizimsel) üzerine. Bu durum bizlere dilsel olduğu kadar, şairin şiirsel izleğini de ele verir. Örneğin; Yunus Emre:Arzulardım Allahı buldumsa ne oldu” derken, Ogün Kaymak bir şiirinde: “Bizler/ bu bilgiyle donandık yüzyıllarca/ bu bilgiyle – tıka basa” şeklinde seslenir. Okuru alışılmış algının dışına çeken Yunus, “buldumsa ne oldu” sözüyle zihinsel sürecine okurunu da dâhil ederken, Ogün Kaymak,  aynı bağlamı “bu bilgiyle-tıka basa” sözleriyle kurar. Hasılı, zengin bir ekinsellik üzerinden okuruna seslenen Ogün Kaymak ile şiirleri ve gündelik yaşamı üzerine konuştuk.

Mitat Çelik: Sevgili Ogün Kaymak, 80’li yıllarla başlayan şiir hayatınıza, ikisi seçki olmak üzere 16 kitap sığdırdınız. Öncelikle size şu soruyu sormak istiyorum; neden şiir yapıyorsunuz? Şiirlerinize bakılacak olursa bunun için pek çok gerekçeniz olmalı, bunlardan ve şiire başlama serüveninizden bahseder misiniz?

Ogün Kaymak: 1984’de, 12 Eylül’ün huzur ve güven(!) ortamı artık iyiden iyiye iliklerimizde hissedilmeye başlayınca, fakülte yönetimi bir karar aldı: 1. İstanbul Tıp Fakültesi Kültür ve Sanat Şenliği… Bir şekilde şenliğin öğrenci temsilciliği görevi de bana verildi. O zamanlar müzik kolunda çalışan, şiir okuyan, hayatı ve kendini tanımlamaya gayret eden yeni yetme bir tıp öğrencisiydim. Şenlikteki vazifem yönetimle kültür kolları arasında köprü kurmak, bütçe oluşturmak, gereksinimleri araştırmak ve çözümler üretmekti. Kolları sıvadım ve ilk duraklarımdan biri Tiyatro Kolunun çalışma alanı oldu. İlk buluşmamızda oyun provasındaydılar ve üst dönemlerden Volkan’ın İngilizceden çevirdiği, Süleyman’ın yönettiği Edward Bond’un ‘’ Kuzeye Giden Dar Yol’’ adlı epik oyununu çalışıyorlardı. Matsuo Basho’nun yaşamı ekseninde geçen bir dizi olaylar zinciri ve müthiş bir sahne şöleniydi oyun, daha ilk izlediğim provada beni de avucunun içine aldı. Kısa süre sonra da oyunun ışıkçısı olarak buldum kendimi. Oyunun bir sahnesinde Basho, haikularını okur ve kâğıtları nehre atar… O sahne bana kısa ve güçsüz gelince, Volkan’a “neden 4 haiku var bu sahnede, sayısı arttırılabilirdi” gibi bir sitem/öneride bulunmuş, oyunu 3-4 ayda, o 3-4 haikuyu ise 3-4 haftada çevirebildiğini söylemiş, ona hak vermiştim. Ama gel beraber çevirelim birkaç tane daha,  deyivermiştim.

O arayıştan bana kalan miras peşpeşe haiku rüyaları oldu, günlerce uykudan haiku okuyarak uyandım tabii sevgili haikularımı uyanır uyanmaz not etmeyi ihmal etmeden. Yıllar sonra o haikuları sevgili Süreyya Berfe ile paylaştığımda bana kulak küpesi bir söz etmişti: “Ogün, nasıl ki bir Japon bozlak okuyamazsa, Türkler de haiku söyleyemez, 400 yıllık bir kültürel süreç ürünü haikular…” Evet, haiku diye çığırdıklarım, ilk kısa şiirlerimdi… Sonrasında sürekli şiir çalışmak, okur olarak okuduğum şairleri bir şiir çalışanı olarak tekrar dinlemek, yazmak bozmak çizmek karalamak ile geçti yıllar. Konusu ‘’insan’’ olan meslekte bulunmak, ‘’insan’’a dair olanı yazmaya itti sürekli. Ama hep bir endişeyle: Acaba Ogün Kaymak şiiri diye bir şey var mı? Yoksa hep okuduğum gariplerin, ikinci yenicilerin, Ritsos, Rilke, Max Jacob ve diğerlerinin derme çatma bir toplamı mıydı yazıp çizdiğim çalışmalar? Bu konuda verdiğim son karar ancak 2000’lerin başları oldu, sevgili Savaş Çekiç’in şekillendirdiği, çok sevgili Cenk ve Rodos’un el emeği göz nuru Son Kişot’u görünce raflarda, tamam dedim, zamanı geldi şiirleri dolaşıma katmanın.

Şiir çalışma gerekçelerimin başında ontik kaygılar yatıyor sanırım . Dili dönüştürmek, bunu yapabilecek birikimle mümkün. Eğer şiir çalışıyorsanız şiir bunu istediği içindir, siz şiiri bırakamazsınız, belki günün birinde şiir sizi bırakır. 40 yılı aşkın zamandır caz dinleyen bir adamım. Belki de sadece caz duygusu, doğaçlama tutkusu şiir bilincine gönderiyor sezgilerimi. Elbette modernde şiir çalışmak sadece ses, sadece ritim, sadece sözcük ağacı, sadece dize kurmayla mümkün değil. Ağlak ya da arabesk olandan dizeleri korumak, şiiri savunmak, modernde yazılanın farkında olup onun içinde yer almak bir refleksten çok daha fazlasını gerektiriyor.

 

M.Ç.: 1980’lere değinmişken şunu sormadan edemeyeceğim: Türk Şiiri 80 sonrası önemli bir dönemeçten kendine doğru saptı. Buna şiirin yeniden kendini işaretlemesi de diyebiliriz. Nitekim “Yenibütün Şiir Manifestosu” ile dönemin poetikası bir bedene kavuştu. Dönemin genç şairi olarak kendi şiirlerinizi nerede görüyorsunuz?

O.K.: Elbette Broy deneyiminde sıkı şiir okuru olmak, 80’lerin şiir tozunu yutmak o dönemin genç şairini iten bir güçtü. Yenibütün  henüz birey olma arayışının önemini kavrayan Türk şiiri için döneminde büyük katkıydı. Her şeyden önce bu manifestoyu oluşturan ve altına imza atanlar hali hazırda şiirin lokomotif isimleri, çoğunluklarıyla. Modernde şiir çalışmak hem bir bütünlüğü hem de bir ayrışmayı çağrıştırıyor bana, örneklersem kabaca: Ogün Kaymak şiiri ne Metin Cengiz şiiriyle kan bağı taşır ne de Veysel Çolak şiirine komşuluk. Hepimiz kendi şiir oluğumuzda akıp gidiyoruz. Bu kanalların bir de diyalektik bir karşılığı var elbette; her ne kadar biçem, biçim ve anlama açılış ya da kapanış özelliklerimizle, seslerimizle, tınılarımızla farklı şiir mecralarında da hissetsek kendimizi, bütün klasik şiir dönemlerini de kapsayarak aslında hepimiz aynı büyük şiiri tamamlıyoruz özümüzde. Ne denli farklı da olsa şiirleri, şiirlerimiz; Celâl Soycan, Sina Akyol, Enver Ercan, küçük İskender, Betül Yazıcı, Emel İrtem, Fergun Özelli, Anıl Cihan, Neslihan Yalman, Enis Akın,  Mehmet Öztek olsa da isimlerimiz,  modernde yaşamanın yükü şiirlere de aynı ölçü de düşüyor. Ben buna modern şiir demiyorum artık. Modernde çalışılan, modernde pişirilen şiir diyorum. Modern sinema, modern resim, modern müzik gibi kavramlar ne kadar gereksiz ve eğretiyse modern şiir de o kadar ayakları havada bir tabir. Hiç kuşkusuz şiirin klasik hallerini sonlandıran ve moderne geçişini sağlayan Mallerme’den beri yapılanlar belli ve ortada. Bu noktadan geri dönüş ise imkansız, hele hele şiir gibi tanımı içinde gizli, cümleler kurarak değil, farkındalıklarla; anlamlamakla değil anlamlandırmakla yol alan bir hayat yolculuğundan bir duruş seçiminden bahsediyorsak…

 

M.Ç.: Toplu şiirler de diyebileceğimiz, 1984-2010 yıllarını kapsayan bir seçkiyi “günErken” adıyla kitaplaştırdınız. Kitabın ilk şiiri olan ve muhtemelen 1984 yılında yazılan “Süzüldü”   şu dizelerle başlıyor: gün süzüldü/damlattı sütünü güneş. Aynı kitabın son şiiri olan ve muhtemelen 2010 yılında yazılan “Uç” şiirinin son dizeleri ise şu şekilde: Tünelin ucundayız-bu anlaşılır/Sen, ben ve birkaç iyi… Geçerken yanımızda. Her iki dizenizi de eksilmeyen bir yaşama sevinciyle kurmuşsunuz. Aslında bu dirimselliğinizi tüm şiirlerinizde bulabiliriz. “Şairin yaşamı şiire dâhildir” diyenlere ben de katılıyorum.  “Tıbbi Görüntüleme Uzmanı” bir şair olarak, şiir gündelik yaşamınızın neresinde duruyor? Kitaplarınızla birlikte bu seçkiniz hakkında neler söylemek istersiniz?

O.K.: Öncelikle düzeltmem gereken nokta: Tıbbi görüntüleme uzmanı olan bir şair değil, şair bir hekim oluşum. Kronolojik olarak da hekim oluşumdan evvel gelir şiir çalışanı olmam, ontik olarak da. Şairlik kimliğimize giydirdiğimiz bir kostüm, mesleğimiz ise bambaşka bir mecra; meslekleri kimlik belirteçleri olarak görmüyorum. Öğretmen şairler, avukat şairler, mühendis şairler… Pek iç açıcı bir tasnif gibi durmuyor bana.

Gündelik hayat şiiri besleyen bir ‘’şey’’ sadece. Şair duruşunuzu koruyorsanız hayata karşı gündelikteki izlekler şiir kurma araçlarınızdan biri olmaktan başka nedir ki? Sabah yüzünüze vurduğunuz ilk su damlası da, bir umut cümlesiyle yüzünü aydınlattığınız bir hastanız da herhangi bir dizenizin başı ya da sonu olabilir. Aynı şekilde yandan geçen bir motosikletin gürültüsü de şiir dizelerinizi tetikleyebilir, gurbette öğrencilik yapan kızınızın telefondaki sıcak cümleleri de. Şiir gün içinde biriken, demlenen, yoğrulan nefesten başka ne ki? Şiir nefes almaktan öte bir şey değil.

günErken’i dosya haline getirirken öncesinde kalan 9 şiir dosyasının altını çizme kaygısını taşıyordum. Malum, şiir kitapları okuruna zor ulaşıyor hepimizin iyi bildiği nedenlerle. günErken sonrasında yayınladığım dosyaların proje dosyalar olmasına özendim. Bu proje dosyaları çalışmadan önce kendimi özetlemek istedim o seçkilerde, şiirlerin çoğunu da yeniden söyledim tabiri cazise; gözden geçirilmiş şiirlerle poetik bir çalışma yapmayı da denedim. İnsan dönem dönem kendini özetlemek isteyen bir varlık. Tuhaf bir varlık insan, bu kesin. Herkes kadar ben de tuhaf olmayı hak etmiyor muyum sence?

 

M.Ç.: Değinme yazısında da bahsettiğim gibi, okuru zihinsel sürecinize davet eden bir biçeminiz var. Bunu kurarken, şiirsel izleğinizi de ele veriyorsunuz. Edebi izleğiniz hakkında neler söylemek istersiniz? Edebi kahramanlarınız kimlerdir?

O.K.: Zihinsel süreç dediğinizde sevgili Mitat; izlediğim sinema filmleri, oyunlar, kulağımdaki şarkılar ve türküler, gezdiğim resim / fotoğraf/ heykel sergileri, çocukluk anıları, gençlik acıları, darbeler, harabeler, yıkıntılar, savaşlar, hayır ve evet’ler geliyor aklıma; bizi biz yapan her şey işte… Tarkovski’den Kieslowski’den Trier’e, Tarantino’ya kadar. Michael Brecker’dan Herbie Hancock’a Jorge Dalto’dan Avishai Cohen’e kadar. Julio Cortazar’dan Borges’e Orhan Veli’den Edip Cansever’e kadar yüzler binler… edebi kahraman hepsi; ister müzik adamı olsunlar, ister yazarçizer, ister yontan fotoğraflayan.

Şiir ve gelenek konusuna uzanıyor ise sorunun ucu; müşterisi olduğum şairleri buraya sığdırmak olanaksız. Okuduğum genç şairlerden de besleniyorum, şairleri hayatta olmayan ama hâlâ ‘’yeni’’ kalabilen şiirlerden de. Etkilenmek güzel şey vesselam, etkilenmek yaşamın içinde kalmak tastamam anlamıyla hem. Sonunda çalıştığın ve dolaşıma yolladığın şiir kendi mülkün de değil üstelik. Okuru olan şiir okurundan başka kimsenin değilŞiir bir ok ise, ben Ogün Kaymak şiirinin sadece yay tutanı olabilirim belki. Şiir bir nesneden ya da bir durumdan başka bir şey değil. Şekillenen yontulan bir yapı şiir, bir sözler, sesler, gölgeler yapısı. Kimi zaman öznesi şair, çoğu zaman ise okuyanı özne.

Zihinsel sürece geri dönersek, ucu açık ve tamamlanmayı okurundan isteyen bir şiir arzusuyla çalışıyorum şiirlerimi. Bu kendime özgü bir imge yapısı kurmamı da kolaylaştırdı şiir serüvenim boyunca. Bilinçli bir seçimdi diyelim.

 

M.Ç.: altını çiz üstünü ört”, Kasım 2015 yılında kitaplaşan son dosyanız.  Kitapta yer alan ilk şiir birinci çello vakası”… bu şiirin öyküsünü biliyorum. Aslında tanığıyım demeliyim.  Ahmet Ada, Tarık Günersel, Celal Soycan ve Ogün Kaymak’ın  içinde bulunduğu,  diğer şairlerin çalışmasıyla birlikte okunursa daha anlamlı olacak bir şiir. Elbette bunu sormayacağım. Genel olarak diğer şiirlerinizle, bu kitapta yer alanlar arasında söylem farklılığı kendisini hemen ele veriyor. Bu farklılığın, şiirinizdeki yeri nedir?

O.K.: Kitap hakkında, kendi ürünüm hakkında açıklayıcı cümleler kurmak benim harcım da değil aslında. Elbette kendi kitabımın bir okuru olarak eleştiri sürecini kendime de çevirebilirim, çevirmeliyim; ancak, “şunu şundan böyle yaptım, bunu bundan böyle yaptım” demek çok da yerinde bir tavır değil gibi. Büyük bir bilmece de değil bu dosya, aksine okurunun işini kolaylaştırıyor; bazı sözcükleri eksiltince ya da ekleyince imgesel seçenekleri zenginleştiren bir olanak doğduğu ortada. Az önce de söylediğim gibi, şiir kitabı okurunundur. İstediği gibi, birikimince şekiller verir ona okuyucular. Böylece çoğalmak şiirin de şairin de seçimi olmalı her daim. Şiirin en belirgin sıfatı iktidarı reddedişidir. Şairin iktidarını da altını çizerek ya da üstünü örterek denemek mümkündü, denedim. Yeni bir dosya projem olmadıkça şiir yayınlamayı düşünmüyorum, Türkçe şiire verebileceğim en büyük katkı bu olsa gerek: Kendi adıma ‘’yeni’’yi bulmadıkça, bulamadıkça suskun ve okuyan/izleyen/dinleyen olarak kalmak… Modernde şiir yazmanın bana anlattığı bu, öğrettiği de.

 

M.Ç.: Şiirden” yayınlarından çıkan “Bas ve Ben” kitabınızdan bahsetmek istiyorum. İsmi, “Bas ve Ben”, fakat içinde gizli bir özne olarak ötekiler de var. Kimi şairlere ithaf ettiğiniz düz yazı şiirlerinden konuşmak isterim. “Kahrolsun Kötü Bi’şeyler” diyerek, neden düz yazı şiirleri?

O.K.: Elbette düzyazının olanakları için, kullanım alanındaki geniş açıları için. ‘’Bas ve Ben’’ şiirleri başı ve sonundaki özneleri tersine çevrilmiş paragraflarla, onlara köprü kuran şiir cümlelerinden oluşuyor. Şiir ritmi olarak da şairini özgürleştiren bir biçim düz yazı ya da düz anlatı şiirler. Benden önce çok şair denedi, iştahla da okudum çoğunu. Paris Sıkıntısı’nın lezzetini uzun zaman hiçbir şiir kitabında bulamamıştım mesela o yıllarda. Belki de Baudlaire’e karşı duyduğum borcun bir yansımasıdır bu dosya.

‘’Bas ve Ben’’ çıkan ilk düz anlatı şiir dosyam değil; yıllar önce ‘’Gayb Suyu’’ da buna benzer bir toplamdı. Aradaki fark sonuncu da gözetilen dosya bütünlüğü kaygısıdır.

 

M.Ç.: Aynı kentte yaşayarak sizlerin tanıklığını tutmak bizler için paha biçilmez değerde. Pek çok kenti solumuş bir şair olarak şu an ise Mersin’de yaşıyorsunuz. Dolayısıyla kentler ve şairler üzerine, şiir üzerine neler söylemek istersiniz?

O.K.: Samsun’da çalıştığım şiirler ( Düş/görümlüğü ) ile Mersin’de çalıştığım ilk dosyam ( Bu Bir Sır Değil! ) i yan yana okursanız sorunun yanıtı da doğal olarak gelir. Yaşadığımız kentin dokusu şiirimizin iliğine işler. Birkaç gün önce bir haftalığına Kıbrıs’ta idim. Orada da hissettim bunu; eğer orada yaşayan bir şair olsam şiir akışımın nasıl değişeceğini hayal etmek zor değil.

Coğrafya ve iklim dışında bir kentin en vurucu etkisi o kentte paylaşımlarınız olan insanlar elbette. Senden Sadık Yaşar’a, Ahmet Ada’dan Celâl Soycan’a, Zeynel Çok’a kadar birçok paylaşımlarım oldu ve oluyor Mersin’de. Sadece şairler de değil elbette, bu kentte yaşayan sanatçıların ve sanat takipçilerinin tamamı ucundan, kenarından ya da ortasından çalıştığınız şiiri etkiler, yapılandırır. Şiir şairin de okurun da yalnızlığında yaşadığı bir deneyim olsa bile, oluşum aşaması, süreç çevreden bağımsız olamıyor şiirin doğasıyla.

Yıllar önce Ahmet Erhan’ın Mersin şiirini imrenerek okumuştum. Kenti soluyunca o şiirin de değeri başka bir yere oturdu haliyle. Gün şiirinde ise en çok Celâl Soycan’ı okurken hissederim Mersin kentini. Özellikle ‘’Kırım Mevsiminde Aşk’’ı okurken dizeler arasında gezinmek, çarşıda tur atmaktan farksız gibi gelir bana çoğu vakit.

 

M.Ç.: Son olarak: Çağdaş şiir, insana ve hayata dair her şeyi kapsayan ve bütün bilgi alanlarını tarayarak soluklanan bir düşünsel donanımı gerektiriyor. Günümüzde Türk şiir eleştirisi bunu kavramsal ve sistematik olarak karşılayabiliyor mu? Sizin poetikanızın donanımlı, yaratıcı bir okuru hak ettiğini bildiğim için, eleştiri kurumunun işlevi ve haldeki durumu üzerine gözlemlerinizi merak ediyorum.

O.K.: İzninle Mitat, bu soruya oldukça kişisel bir yanıt vermek istiyorum. Şiir eleştirisi konusundaki düşüncelerim belli. Şiirden dergisinin ilgili dosyasında oluşturduğum metni okuyanlar takip edenler biliyor ayrıntıları. Ben biraz da konuya kendi şiirim açısından bir pencere açarak bakmak istiyorum izninle. Sevgili Celal Soycan son bir iki yılda 3 dosyam için ayrı ayrı oylumlu eleştirel denemeler yazdı ve yayımladı. Bunlardan ikisi Şiirpençe kitabında, biri de Metin Cengiz’in Eleştirel Çağdaş Büyük Türk Şiiri Antolojisi (1920-2015)’nde yerlerini aldı.

Okur ve takipçilerle yaptığım sohbetlerde beni en çok rahatsız eden soru tipi, “şu şiirde ne anlattınız?”… gibi eksenlerde dolaşanlardır. Bu eleştirel denemeler bana şu olanağı hediye etti: Bu gibi soruları yöneltenleri, dosyalarımı bu eleştirel yazılarla beraber okumalarını önererek yanıtlıyorum. Şiir eleştirisi poetik düzlemde şairin de şiirin de tamamlayıcısı hiç kuşkusuz.

Örneklerle gidelim “ Her Şey Dün Oldu” da görsel öğeler ve ses ( aslında ses dalgası/ sound wave  denilmeli ) ilişkileri yatayda ve dikeyde örgütlenirken, dilin işitsel düzeyde aşıldığını, ses dalgalarının sürüklediği anlamsal öbeklerin temsilini üstlendiğini fark ediyoruz. Her sözcük, kendi metalik tınısını korur ama  öteki sözcükleri de örtmez. İşitselin yataydaki melodik örgüsü dikeydeki polifonik kurguya yataklık ederken, şiirin makro-yapılanmada Caz’a doğru hamle ettiğini duyumsarız. Senfonik olmayan, her enstrümanın kendi solo gücünün korunduğu bir  polifoni ! diyor Soycan yazısında. Bu ve benzer eleştiri öbekleri ‘’ben’’ özelinden ‘’biz’’ geneline, nesne olarak ardımızda bıraktığımız şiir üzerine yukarıdan bir bakış olanağı tanır. Öyle ki kendiniz olan ‘’durum’’a ayna olmaksızın tanıklık edebildiğiniz en geniş açıdır aynı zamanda bu.

10801527_1556583087888480_8689560570474264739_n

Örneklemeye devam edelim: Zamanın mekân üzerinden kavrandığını biliyoruz. Ogün Kaymak’ta bu bilinç transferi tersine işliyor: Müziğin zamansal kodları üzerinden şiir bir mekâna kavuşuyor . Bu kesişme, algıda sallantı yaratsa da, ortaya çıkan belirsizlik, yani flu yapılanma  anlamsal katmanlar halinde okura ulaşıyor. Özne / nesne diyalektiğindeki bu özgün biçem, yukarda değinip geçtiğimiz “ “yaban”lığın kaynağıdır. Dikotomik olanı bozan şiirsel gerçeklik, biçemde somutlanmıştır. Her sözcük bir nesnel kendilik halinde sesini, tınısını korur. Bu nedenle retorik neredeyse sıfırlanmıştır. Ogün Kaymak şiirini geriye sararsak kısmen M. Mümtaz Tuzcu biçemine akraba bir sese ulaşırız; ancak Tuzcu’da melodik olan, yani ses uyumlarıyla çizgisel akan müzikalite Kaymak’ta atonaldir ve dikeyde yapılanır. Bu yönüyle de günümüz şiirinde ayrıksıdır. Örneğin, 16 “ a “ sesi üzerinden bir kontr-bas solo yapan şu dizeleri okuyalım:

Kısacık kıvrımında karalanmış rüyalar, kararlı parantezi / açık kalan acı

Ya da , “ f ”sesiyle açılıp “ h “ sesinde sönümlenen  bir üflemeli polifoni :

Ama fa deyince flüt, fırlamalı zemberekler; uçmalı birkaç fersah / Dil yarığı, dalga yasası, kelebek hanımı Herbie Hancock’un / hepsi orta şiddette, ılık…

Açıkça bir kılavuz niteliği taşır bu diseksiyon. Şairi de şiir okurunu da anatomi dersi inceliğinde yapı sökümüne yönlendirir. Eleştiri bir başına bir sanattır. Eleştirdiği ‘’şey’’le yan yana yürürken onu da kendini de ötekine dönüştüren çetrefilli bir sanat üstelik.

Genele dökünce eleştiri meselesini, sağlam eleştirmenler sağlam eleştiri yazıları görüyor ve okuyorum dolaşımda. Beğendiğimiz, öncelediğimiz, olumladığımız şiir ve şairlerin eleştirilerini yapmayı yaygınlaştırdığımızda ortaya çıkacak düşünsel önermelerin şiire daha özgün katkılar sunacağı düşüncesindeyim. Olumsuzlayan eleştirinin ise şiirin yanında pek de şık durmayan iktidar hevesini çağrıştırıyor olması ay’ın öteki/soğuk yüzü gibi geliyor bana. Kötü örneğe zaman ayırmak, ancak iyiyi işaretlemek üzere ve zorunlu durumlarda makuldür; değilse, kötü olana en ağır eleştiri onu görmezden gelmektir Elbette her seçime saygı duyduğumu belirterek noktalamalıyım bu verimli söyleşiyi. Umarım şiirimiz bol olur.

Sevgili Mitat Çelik, üretken  sorularınız için teşekkür ederim.

Varlık, Kasım 2016