Anıl Cihan’ın Müesser Yeniay İle Söyleşisidir: ‘Okumak Okurun Sorular Sormasıdır’

Anıl Cihan’ın Müesser Yeniay İle Söyleşisidir: ‘Okumak Okurun Sorular Sormasıdır’

Müesser Yeniay’ın çalışması “Öteki Bilinç: Gerçeküstücülük ve İkinci Yeni” adlı kitabım Batı’daki doğru adlandırmayla “üstgerçekçilik” akımını anlamaya yönelen modern Türk şairi ile bu akım arasındaki bağlantıyı inceliyor. Yeniay’la kitabını konuştuk.
Anıl Cihan
1- Kitap raflarında yerini alan, “Öteki Bilinç: Gerçeküstücülük ve İkinci Yeni” adlı kitabınız, hem şiire yeni başlayan gençlere, hem de Gerçeküstücülük ve İkinci Yeni ekseninde; ezber bozan, bilinenin/sunulanın dışında kaynak arayışına girmiş usta kalemlere, yerinde ve sağlam tespitler içeren metinler ortaya koyuyor. Kitabınızın isminden hareketle, “Öteki Bilinç” çok tartışılan ve tartışılmaya da devam edilen, Gerçeküstücülük ve İkinci Yeni kavramlarını, birbirlerinden kesin bir çizgiyle ayrı tutarken, diğer taraftan da, birbirlerine çok ta uzak durmadıkları fikrini doğuruyor. Bu noktada neler söylemek istersiniz?

Öteki Bilinç: Gerçeküstücülük ve İkinci Yeni” adı kitabım Batı’daki doğru adlandırmayla “üstgerçekçilik” akımını anlamaya yönelen modern Türk şairi ile bu akım arasındaki bağlantıyı inceliyor. Genellikle edebiyat inceleme kitapları birbirlerini tekrarlayan, onaylayan bilgilerle doludur. Farklı söylemler geliştirmek farklı kaynaklara başvurmayı ve büyük bir emeği gerektirir. Öncelikle bu kitap, bu bilgileri tekrar etmeyen bir kitap. İkinci olarak da gelenekten koptuktan yahut gelenekle sınırlı bir ilişki geliştirdikten sonraki Türk şiirini anlamak için şiirimizin hangi kanallardan nerelere doğru ilerlediğine bakmak için bu kitap önemli bir noktada duruyor. Modernleşme çalışmalarıyla yönünü Batı’ya dönen edebiyatımız kuvvetli edebî etkiler altında kalmış, bu etkiyi kendi yaratılarıyla dönüştürmüştür. Bir noktada Türk şairleri, Batı şiirini bir ders (etüd) olarak görmüşlerdi. Bunu Yahya Kemal “Mektepten Memlekete” deyimiyle özetler.

2- Kitabınızda Gerçeküstücülük ve Tasavvuf üzerine, hem sizin tespitiniz, hem de, Hasan Bülent Kahraman’ın, David Riesman’dan aktardığı görüş dikkat çekici nitelikte. Türk şiirinde, Tasavvuf’un yeri oldukça önemli. Göz ardı edilemeyecek kadar büyük. Tasavvuf’un bu denli büyük ve önemli olması, ortaya çıkan birçok hareketin, önünü kesmiş ya da yanlış anlaşılmasına, değerlendirilmesine sebebiyet vermiştir düşüncesine kapılmak doğru mudur?

Batı’da şiir, bilindiği gibi lirizmden daha çok akılcı bir yapıdadır. Kendi iç dinamiklerinde Gerçeküstücülüğe değin romantizm dışında içe yönelebileceği bir düşünce yapısıyla karşılaşmamıştır. Fakat Doğu, lirik yapısından ötürü akıldan ziyade duyguya ve iç benliğine dönüktür. Dolayısıyla bizim edebî üretimimizde zaten mevcut olan sûfî söylem ve içedönüş bize tekrar Gerçeküstücülük yoluyla Batı’dan ulaşmıştır. Türk aydınının Gerçeküstücülüğü anlamlandırmakta zorlanmasının nedeni bu gerçek olabilir.

3- Sizin dile getirdiğiniz gibi Gerçeküstücülük hareketinin, yarım asır sonra bizde yankı bulmuş olması, şairlerimizin, Batı’daki gelişmeleri çok arkadan takip ettiklerini ve bu gelişmelere tam da vakıf olmadıklarını gösteriyor. Bu geç kalınmışlığın Türk şiirinde karşılık bulan yönleri, eksileri – varsa – artıları nelerdir?

Özdemir İnce’nin Şiirden dergisinin 24. sayısında çok güzel bir sözü var: “Türk şairleri kendi sütlerini içen inekler gibi” Çok acımasız bir gerçek de olsa bu, bir yere kadar doğru. Yaşanan anlamlandırma sıkıntıları çeviri ve dil bilmeme kaynaklıdır. Aydın profiline bakıldığında hâlâ bu durumun çok parlak olmadığı görülür.

O dönemde ise Türk aydını Gerçeküstücülüğü anlamaya çalışmakta, bu alan yeni şiir için bir manyetik alan oluşturmaktadır. Bu çaba içerisinde, çeşitli kafa karışıklıkları oluşsa da, yaşanılandan farklı olan bu düşünce, Türk şairini etkisi altına almıştır. Bu anlama çabası içerisinde Ahmet Hamdi Tanpınar, Âsaf Hâlet Çelebi’yi, “bizde lettrisme ile karışık bir surréalisme’i deneyen bir şair”; Özdemir Asaf’ı “Sürrealist tecrübelere çok yakın” bir şair olarak niteler. Necip Fazıl Kısakürek’in ise “sürrealist tecrübeleri uzaktan hatırlatan bir manzume şeklini ve dilini buldu[ğunu]” dile getirir. Necip Fazıl Kısakürek’in poetikasını “Mutlak hakikati arama işi” olarak nitelendirmesi, Gerçeküstücü etkinin kendisine de ulaştığını gösterir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sürrealist olarak nitelediği şairlere bakıldığında, Özdemir Asaf dışında şiirlerinde bir “aşkınlık, olağanüstü” taşıdıkları görülür. Asaf Hâlet Çelebi, Doğu mistisizminden etkilenirken özgün dünya arayışlarındadır. Necip Fazıl Kısakürek ise, Sürrealizm’den ziyade mistisizme daha yakındır. Çünkü herhangi bir otomatik yazına başvurduğu görülmez. Şiirinde anlam önbelirlenimlidir. Onun Mutlak olarak bahsettiği ise Tanrı’dır. Sürrealizm’de ise Tanrı yoktur, kendi gerçekliğini henüz adlandırmamış, arayışta olan bir insan durumu vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın verdiği bu örneklerden yazınımızda, aşkın ve olağanüstü olanla Gerçeküstü olanın eş tutulduğu söylenebilir. Oysa aşkın olan her konu Gerçeküstücü değildir. Ülkemizde Gerçeküstücülüğün “olağanüstü” olarak alımlanmasının nedeni üstgerçekçiliğin (la sur-réalité) “Gerçeküstücülük” olarak çevirilmesiyle, yaşanan bir çeviri yanlışlığıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Özdemir Asaf’ı Sürrealist tecrübelere çok yakın” olarak nitelemesi de Türk aydınının Gerçeküstücülüğe tamamıyla vakıf olmadığını ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım günümüzde de devam etmektedir, “aşkın” olan “gerçeküstü” olanla eşleştirilmektedir. Oysa olağanüstü, Gerçeküstücülüğün yalnızca bir alt maddesidir. Bu geç kalınmışlığın artısı ise Gerçeküstücülükle nihayetinde tanışmış olmasıdır.

4- “Ben Olmadan Çöller Vardı” isimli üçüncü şiir kitabınız, Şiirden Yayınları etiketiyle, kitapçı raflarında yerini aldı. Bir kitabın ismi, edebiyatın hangi türünde kaleme alınırsa alınsın, içerisinde yer alan ürünlerin habercisi niteliğindedir. “Çöl” ilk anda, yaşamın, hayatın en aza indiği fikrini akla getirse de, kendi içerisinde bir hayat pratiği barındırır. Kendi düzeni ve sistemi olan uçsuz bucaksız sistemler bütünün sadece bir parçası. Buradan hareketle; “şiir-insan (ya da ben)- çöl” üçgeninde, hayatın rolü sizce nedir? Hayat bu üçgenin neresinde yer alır ya da şekillenir?

Çöl, hayal gibi boşluğuna varlıklar yerleştirebileceğimiz bir mekândır. Aynı zamanda bir arayış imgesinin de kolaylıkla yerleştirilebileceği bir düzlemdir. Hakikati arayan Mecnun gibi elde asa gerçeğini arayan bir insanın hem gayretli hem de hüzünlü alanıdır. Tanrı, gerçeklik, gönül hep bu çöl makamında yaşar. İnsanın kendisini görmesini, bulmasını arzular. Çöl aynı zamanda varoluşa ayna olan bir mekândır. Terkedilmişliğin, yalnızlığın somutlaştığı hem lirik hem de ürkütücü olan bu alan, dış mekânı sıfırlar ve içsel olanı çoğaltır.

Çöl arkaik belleğimizde hâlâ mevcut. Hayatla olan bağı ise sesini Tanrı’ya uzatan bir bireyin soran, sorgulayan yüzü. Acıyı yalnızca duymak değil sorgulamak da gerekir. Ben Olmadan Çöller Vardı hem bir insanın hem de bir kadının varoluşa düştüğü yerde gölgesini Tanrı’ya işaret etmesi ve sormasıdır.

5- Kitabın, “Ana Yas” isimli ilk şiiri – kitapta yer alan tüm şiirler gibi- etkili ve yerinde imge örgüsüyle kurulmuş, kuvvetli bir şiir. Şiirde dikkati çeken diğer bir nokta ise, başlığından son dizesine kadar kullanılan, bilinçli bir şekilde tercih edilen; “ Ana, Kadın, Doğurmak, Cenaze” kelimeleri… Şiirin, güncele dokunan yanını yok sayamayız elbette. Fakat imgeleri kazmaya başladığımızda, günceli de yanına alan, büyük bir varoluş sorunsalı karşılıyor okurları. Neler söylemek istersiniz?

Ben Olmadan Çöller Vardı, içinde gölgelerin oynadığı bir kitap. Bu gölgelerin içinde katledilen kadınlardan tutun da Gezi’de acımadan katledilen Ethem’in ruhuna kadar birçok kimse var. Şair, bir bellek bedendir, unutamaz.

Kadın konusu faşizmin üzerinde erk sahibi olduğu ana noktalardan ilki. Kadın olmak kötülüğe daha fazla maruz kalmayı doğuruyor. Bu aynı zamanda direncimizi ve gücümüzü de arttırıyor. Tabii bu noktada destanlarımız da çoğalıyor. Virginia Woolf’un dediği gibi “nerede anonim edebiyat varsa orada gizli bir kadın vardır.” Kadın’ın eli kalem tutamaz çünkü kalem erktir. (Bknz Pen, penis) “Neden kadın yazarlarımız yoktur?” diye sormayınız, “Neden kadın yazarlarımızın kendilerini edebiyatta var etmelerine olanak verilmemiştir?” diye sorunuz.

6- “Vatan değil, kadın bedenidir bölünen”,“göğüs kafesimi avuçlayıp sıkıyorum”, “bedenimle dünyanın arasına / mesafe koymalıyım”, “Bedenim, gözyaşlarımı içime akıttığım çanak” Kitaptan seçtiğim, bu çarpıcı dizeleri çoğaltabiliriz. Bir şairin, kendi bedeniyle olan ilişkisi dikkate değer. Seçtiğim ve alıntıladığım dizelerle birlikte, kitapta yer alan şiirleri, “Beden Şiirleri” ya da “ Bedenin Doğurduğu Çöl Şiirleri” gibi, imgesel ve çok anlamlı yollardan okumak mümkün. Sizce?

Beden bilindiği gibi dünyaya geldiğimiz yer. Bizi dünya denilen mekânla tanıştıran ilk araç. Metin Cengiz, ilk kitabıma yazdığı tanıtım yazısında benim için “kendisiyle hesaplaşan bir şair” ifadesini kullanmıştı. Bu çok yerinde bir tespit! Edgar Allen Poe’nun dediği gibi “Gerçek kurmacadan daha gariptir” Bu benim için de geçerli. Bedenle hesaplaşmadan hakikatle ve Tanrı denen saf şuurla hesaplaşamazsınız.

7- “Varlığın Çölünde” kitabın ikinci bölümü. Bu bölümde yer alan şiirler dikkatle okunduğunda, ilk bölüm olan; “ Dünyanın Rahmi” kısmındaki şiirlere nazaran “Ben” kavramının “Varlık” ile bir tezat oluşturacak şekilde, yani “Yokluğun” bahçesinde yazıldığı açık. Ben’in, Var ile Yok çizgisinde, şairin tercih ya da seçim hakkı var mıdır? Yoksa şair, Ben’ini aramaya ve bulamamaya yazgılı mıdır?

Ben dediğimizde işaret edileni siz hissettiğinizden ötürü “ben” dersiniz, gördüğünüzden ötürü değil. İçeriden konuşan bu ses bendir. Aynaya baktığımızda ise birden “o” olur. Yani nesne özne ilişkisi arasında dolaşan bu varlık, çok yönlüdür. Bir de dünyadaki diğer nesnelerle duyularından ötürü iletişime geçmek mecburiyetinde kaldığında bu ağ dallanır, budaklanır.

Varlık bu noktada bir çöldür, yokluğu da içerir. Bu varlık nelerin yokluklarından müteşekkildir? Bu varlık hangi yoklukların varlığı olmuştur? Bunu sormak gerekir. İşte bu bölüm bu soruları yöneltir okuyucuya ve şaire: “varlığız yoklukla dolu” (78).

8- Gezi parkı olaylarının, -varsa- sizin şiiriniz üzerindeki etkisi nelerdir? İkinci Yeni şairlerinin, olaylar esnasında dizelerinin bunca tercih edilmesi, İkinci Yeni şiirinin toplumdaki karşılığını yeni bulduğu savını doğrular mı?

Öncelikle İkinci Yeni şiirinin soganla olan ilişkisi konusunda şunu söyleyebilirim: İkinci Yeni’nin bir manifestosu olmadığı için sloganlar İkinci Yeni’nin kabul görmesini hızlandırmış ve dikkati üzerilerine çekme noktasında önemli bir işlev görmüştür. İlhan Berk’in “Şiir anlamsızdır”, Cemal Süreya’nın “Şiir Anayasaya aykırıdır” gibi sloganları bunlardan bazılarıdır. Bana göre şair, sloganlardan ziyade bu düşünsel sonuca nasıl ulaştığını anlatan verilerle yazılarını yazmalıdır. İkinci Yeni şairlerinin dizelerinin bunca kullanılmasının nedeni ise yeni anlaşılmaları değil de daha çok şiirlerin ironik ve slogana dayalı olması olabilir.

Gezi olayları bir sosyal/politik olaydan bir edebî araca da dönüştü. Halk kimsenin kendisini temsil etmesini istemiyor çünkü herkes temsilî olarak yöneticilerden zarar görüyor. Bugünkü iktidarın feyz aldığı Osmanlı’ya bile baktığımızda şu gerçeği görürüz: Padişah, halka Vedayı-i Hâlik-i Kibriya olarak bakar, yani yaratıcının bir emaneti olarak… Biz ne yazık ki kimseye emanet değiliz. Daha dün bir maden ocağı daha çöktü. Para hırsı yüzünden iktidar, cesetlerle cima ediyor. Yeni yapılan Cumhurbaşkanlığı sarayının kolonlarında kim bilir hangi yoksulların kemikleri var.

Bu halk, geçmişten bu yana kendi içinde ceza ödül mekanizmalarını kendi içinde işleten onurlu bir halktır. Nitekim Gezi olayları da bu onurun bir kanıtı niteliğinde. Bize halkını seven şairler, halkını seven politikacılar gerekir. Ben de bu yüzden “Gezi Parkında Bir Kuş Yuvası” şiirimi halkını seven bir şair olan Nâzım Hikmet’e adadım.

Ayrıca Türkler için “ağaç” yalnızca bir ağaç değildir. O da doğada yaşayan insan gibi ayrı bir “can”dır. Bizim aynı zamanda geçmişle ve gelenekle de olan bağımızdır. Oğuz Kağan Anlatıları’nda Oğuz Kağan ağaç kovuğunda doğan bir kızla evlenir. Anadolu’ya gelen Türkmenler “ağaç eri” olarak bilinirler. Bu örnekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla iktidar her ne kadar geleneği muhafaza ettiğini söylese de bindiği dalı kesmiştir.

9- Son olarak, edebi metinler, kendi varoluşlarını, hem içindeki itici güce, hem de o gücü disipline oturtan yaratıcının içindeki kaynağa borçludurlar. Yani biz ne sorsak, hep eksik… “Öteki Bilinç: İkinci Yeni ve Gerçeküstücülük” ve “Ben Olmadan Çöller Vardı” isimli kitaplarınız hakkında sizin eklemek istedikleriniz nelerdir?

Okumak, okurun sorular sorması demektir. Şimdi okurun soru sorma sırası… Teşekkürle.

CUMHURİYET KİTAP, 22.01.2015