Tanrısızlık mı? Ateizm bir insanlaşma durağıdır. İnsanın, kendi beniyle ve kendini çevreleyen diğer varlıklarla (benlerle) ilgili, giderek doğa, yaşam, ölüm üzerine geliştirdiği ve bütün bunların anlamını sorgulamasıyla oluşan, karmaşık ve uzun tarihi süreçte idrak/icat ettiği Tanrı kavramı, yine aynı süreçte insan aklının sorgulamasına maruz kalmıştır. Bugün bile karanlıkta kalmış yanlarının ancak ve de güçlükle, bu yüzden de ihtiyatla açıklanabildiği bir çok inanç ve dinlerin tarihi, bu birbirine zıt ve birbirini yaratan, besleyen, hatta varlıkları birbirine sıkıca bağlı olan tapınma kültü ve reddini iç içe gösterir. Örneğin Mu’tezile mezhebinin kurucusu Vasıl Bin Ata’nın, Allah’ın zat (öz) ve niteliklerinin (sıfatlarının) birbirinden ayrı olduğunu söylemesi, alın yazısı dolayısıyla insanı Allah karşısında sorumsuz görmesi (ve her türlü cezadan muaf), insanın aklını kutsaması bile Tanrı üzerine bir tür akıl yürütmedir. Tanrıyı redde gitmese de onu tanıma doğrultusunda atılan bu adımın nereye kadar gideceği de belirsizdir. Bu adımdır ki Vaftizci Yahya’nın yardımıyla peygamberliği ortaya atılan İsa’yı dinsizliğinden kuşkulandığı için ele verdi, yalnızca yeni dine karşı eski geleneklerden, eski inançlardan yana olan havari (hain) Yahuda. Ya Vaftizci Yahya? O da bütün benliğiyle savunduğu yeni dini yaymaya çalışırken inançsız olduğu iddiasıyla öldürülmedi mi?
Hareket değişmeyse Nazzam’ın dediği gibi, inanç da bir tür inançsızlıktır. Öyle ya kime göre inanç?
Şiir, değişmeyi çok önceden haber verir. Hareket onun yapısının özünü oluşturur.
Pir Sultan’ın yıllar öncesinden Allah’ın Ali’de cisimleşmesini anlatan şu şiirini okumanın da tam zamanıdır: “Gafil kaldır şu gönlünden gümanı/Bu mülkün sahibi Ali değil mi?/ Yaratmıştır on sekiz bin Alemi/Rızıkları veren Ali değil mi?” (Cahit öztelli, Pir Sultan Abdal)
Evrenle Tanrıyı bir görmek, yaratan ile yaratılanı aynı varlık olarak kabullenmek, insanda tanrıyı bulduğuna, dahası insanda tanrısal özün olduğuna inanmak, insanı konuşan, dile gelen tanrı olarak görmek, bir tür tanrı tanımazlık değil de nedir? Tanrıdan başka varlık kabul etmemek (lâ mevcudu illallah), evrenle Tanrı birliğine inanmak (vahdet-i vücud), evreni Tanrı’nın bir tecellisi olarak görmek, Tanrı’ya tapınmayı insanın kendine tapınması olarak benimsemek … Tek tapılacak olan Tanrı (lâ mabudu illallah) ise insan da mabud’dur ve tapınılasıdır, çünkü Tanrı’dır (enel Hak). Tanrı üzerine bu tür bir akıl yürütme, hangi gerekçelerle yapılırsa yapılsın (cezalandırıcı Tanrı’yı daha insancıl kılmak, Tanrı inancını kendi gelenek ve yaşam biçimlerine uydurmak vb.), dikkat edilirse inanmak temelinde bir tür ateizmdir. Amacı reddetmek olmayan bu kabul etme biçimi, dinlerin doğuşuna yol açan sorulara cevabı, bu defa Tanrı kavramını sorgulama ile birlikte vermenin doğal bir sonucudur. Dikkat, varoluşu Tanrı’nın varlığına bağlasa da, sözü “kûn” (ol) buyruğu ile dünyanın gerçekleşmesinden dolayı varoluşun öncesine alsa da, bu anlatı dinlerin buyurduğu ve resmen kabullendiği bir anlatı değildir. Nitekim Kabbala öğretisi de Tanrı’yı bilmeyi Tevrat’ı bilmeye kadar götürür. İbrani alfabesindeki 22 harf aynı zamanda evreni oluşturan özlerdir. 231 kapılı bir küren’in üzerine yazılı bu harfler Tanrı sözü olup (kelam), bir bütünlük içinde yokluktan var etmeyi mümkün kılmıştır. İlk üç harf ise hava, su, ateş anlamınadır (alef, mem, şin). Felsefe açısından hiç de yabancı olmayan kavramlardır bunlar. İlk Yunan düşünürlerinden Empedokles’in evren anlayışının Kabbala’da sürdüğünü, yeni Eflatunculuk’un da Tanrı düşüncesine yol açmasına karşın reddiyesini içinde taşıyarak Tanrı tanımazlığın bir türüne yol açtığını da görüyoruz. Her kuram tersiyle de düşünülürse sorun açıklık kazanır.
Dostoyevski miydi Tanrı olmasaydı, her şey mubah olurdu, diyen? Kişi Tanrıya inanmıyorsa, Tanrıyı onun içinde aramak yanlış olmaz demek.
Ne diyor Nesîmî, “İman ile küfr bir şey oldu/Acı ile datlu bir mey oldu” (iman: inanmak; küfr: inanmamak; datlu: tatlı; mey: şarap). (Seyyid Nesîmî Divanı’ndan Seçmeler, Hazırlayan: K. Edib Kürkçüoğlu)
Önce söz varsa, şiir önce’nin kendisidir. Bir oluşun halidir.
Aslında dinleri töre olarak kabul edersek, ki örneğin Tevrat sözünün kökeni de Talmud’tan (Yahudi yasası) gelir, bu törelerin çağdaş akıl tarafından konan yasalarca aşılmış olduğunu söylemek gibi bir La palisse gerçeğini de söylemek durumundayız. Törelere karşı çağdaş töreler. Ne dinler olduğu gibi kaldı. Ne çağdaş aklın toplumsal gerçeklere göre getirdiği toplumsal kurallar, yaşama biçimleri kalacak. Dinsel terimlerle söylersek ezeli-ebedi olan ân’ı daim’in içindedir, sürekli oluştadır insan.
Lao-Tze’ye göre Tao anlayışında Tao’nun kendisinin de sürekli bir oluşum içinde olmasına benziyor bu. Şeylerin hüviyeti mi? Bir kutsal birlik varsa hüviyetler silinsin.
Kul Adil ne diyor bu konuda? “Mansür gibi gelüp Enelhak diyüp/Abdülrazzak gibi gök donlar giyüp/Nesimi gibi derini yüzdürüp/Gerçek âşık olup durabilirsen” (Bektaşi Şairleri, S. N. Ergun) Altlarını çizdiğimiz koyu yerlere dikkat. İnsan kutsaldır. Gerçeği söylemekle görevlidir demektir bu da. Ya şu donlar giymek (bürünmek)? Türk’lerde yaygındır bu inanç. Güvercin olunur (Hacı Bektaş Veli), turnaya dönüşülür (Ahmed Yesevi), geyiğe binilir (Abdal Musa). Budizm’de Tenasuh, Şamanizm’de don değiştirme (metamorfoz). Tasavvufta ise mana aleminden velayete dönüşür.
Şiir ise geçmişin şimdiki zamanda kristalize olmasıdır. Şimdi önemlidir. Bu anlamda geleceği içerir ve onu gereksiz kılar. Cenneti de cehennemi de gereksinmez.
Peki neden sert tepkilerle karşılanmıştır Tanrı’yı bilmeye başka türlü açıklama getirenler? Bu sorunun özünde Tanrı biliminin sır’rı yatmaktadır. Tanrı bir düzen demektir aynı zamanda. Düzene başka türlü açıklama getirmek, düzen içinde yaşayanlara başka türlü bir düzen önermektir çünkü. Düzenden yana olana göre bu düzeni yıkmak, düzensizliği savunmaktır. Tanrı’yı başka türlü bilmek, başka türlü bir Tanrı yaratmaktır.
Bir dörtlük de bizden: “duydum: asar beni gezdirirler çarşılarda/duyduklarım sivil bir savaş olur./ anladım, yeni bir yol yok artık bana/çünkü kan bile akmakla yorulur.” (“görgü tanığı”, İpek’A)
İnsan aklının binlerce yıllar süren bir gelişmişliğinin sonucu ise Tanrı, demek yalnızca insana özgüdür. İnsandır Tanrı’nın mucidi. Onu inkar etmek, inanmamak da bir düzen önerisidir o halde. Aklın ulaştığı belirli aşamanın düzeni olmak gerekir bu da. Ancak geldiğimiz yerde eleştirel insan aklının ulaştığı düşsel, daha insancıl, insanın insana kul olmadığı bir düzen anlayışının içinde gereksiz kalan. Sahi Bakunin ne diyordu? Anımsadığım kadarıyla şöyle bir şeydi: “Tanrı gerçekten varolsaydı bile insanlığın ilerlemesi için onu öldürmek gerekecekti.”
Şiir mi? Orda artık dua yerine de geçebilir. Kendine karşı duyulan hayranlığın duası.