İkinci Yeni: Bir Erken Doğum

İkinci Yeni: Bir Erken Doğum

Yavuz Özdem

 

fft243_mf1248908

“Şiirde ikinci yeni hâlâ aşılmadı ’ 1990’lardan günümüze kadar gündemde olan bir bir iddiadır ve gündemde tutanların büyük çoğunluğu da şiir yazanlardır. Gerçi bunların hepsi, aynı saiklerle dile getirmezler bu iddialarını. İçlerinde kendi yazdığı başarısız şiirlerin aslında önemli şiirler olduğunu öne çıkarmak isteyenler de vardır (bir çeşit vasatlar arası yarışta öne çıkma arzusu); şiir okumayla, edebiyatla ilişkisini tamamen kesmiş elemanların ‘canım pek de okunacak şiir’ yazılmıyor günümüzde deyip kendi pozisyonlarını(!) meşrulaştırmak isteyenler de vs. Bunları bir kenara koyarak diyebilirim ki İkinci Yeni’nin 2000’lerde yeniden yeniden değerlendirilmesinin (üstelik 1970’lere, 1980’lere nazaran daha sağlıklı, serinkanlı değerlendirilmesinin); genç şairler tarafından hâlâ takip edilip bir dil, imge sorunu yaşanmıyor olmasının, hatta dilinin imge anlayışının yakın bulunmasının ve dahi İkinci Yeni dili diyebileceğimiz dilin, ‘şuara’ dışında, aktüel entelejansiya (senarist, yönetmen, skeç yazarı vs.) tarafından benimsenmiş ve içselleştirilmiş olmasının da bir açıklaması olsa gerektir. Neresinden bakarsak bakalım; kayıtsız kalmamamız gereken bir durum.
Ben İkinci Yeni aşıldı mı; aşılmadı mı bahsinde, taraf olmaktan ziyade, İkinci Yeni’nin ‘1980’lerde doğması lazım gelirken; 1950’lerde doğmuş bir şiir hareketi’ olduğunu düşünen biriyim, biriydim. Yeni yayınların, zenginleşen kavram dünyasının vs. etkisiyle de bu yargım pekişti. Elbette ‘tarihsel olan’ı bu yöntemle ele almak, tartışmalı bir yaklaşımdır; çünkü geçmişte kalan bir ‘hadise’yi, bugünün gözüyle değerlendirmiş oluruz ki bu da onu, bağlamından kopararak açıklamak anlamına gelir ve bu yüzden de tehlike arz eder; ancak bu yöntemin, aynı zamanda, problemin her yönüyle tartışılmasına imkan vereceği için, daha etkili olacağına inanıyorum.
Toplumsal dinamiklerle, sanatın ve edebiyatın dinamikleri arasında zaman zaman birebir örtüşme olmayabilir; ama biryandan da sanatın ve edebiyatın değişimlerini, toplumsal gelişim ve değişimlerden azade düşünmek güç. Neticede ana kaynak, toplumsal gelişme ve değişmeler oluyor, olur. Yani yeni birşeyi-şeyleri (akım, anlayış vs.), bir kaç sanatçı-yaratıcı boşlukta biryerlerde dururken bulmuş olmuyor, son tahlilde temeldeki toplumsal dinamiklerin etkisi belirleyici oluyor. Sözgelişi Romantizm, feodalitenin yıkıldığı, sanayi devriminin gerçekleştiği dönemde kendini göstermiştir. O koşulların belirlediği-biçimlendirdiği şairleri, yazarları da bu sonucun içinde düşünürüz. Bu bağlamda 50’li yılların köy toplumundan , hakiki bir kent şiirinin çıkmış olması bana ‘tartışılması gereken bir durum’ olarak yansımakta. Zira kent-köy nüfus dengesinde 1985 nüfus sayımıyla birlikte kent nüfusun (31 milyon civarı) köy nüfusunu(24 milyon) geçtiği ilk kez geçtiği görülür. Mesele bununla da sınırlı kalmaz, 1950’lerde şehirde yaşayanlar yarı köylü durumdadırlar; bu durum , şehirde doğup büyüyen sonraki kuşaklarla birlikte 1980’lerde şehirli nitelik kazanmıştır. Yani toplumsal yaşantı ( kentli şiir bakımından) 80’ler lehinedir. Keza şiir ortamı , özellikle 70’lerin folklor-kırsal aromalı şiiri ortalığı kavururken ve tükenmişliği ortadayken; yeni, aranışların rüzgarıyla yeni, kentli imgelere kapılar da ellilere göre açıktır.
Kent, kentli kavramlarını öne çıkarmamın sebebi, İkinci Yeni’nin , kenti bir yaşam alanı olarak kabullenmesi ve bireyi merkeze almasıdır. Ece Ayhan’ın dizesiyle ‘şiirimiz kentten içeridir abiler.’ İkinci Yeni’nin kenti de İstanbul’dur. Vurgulamakta yarar var; ellilerin İstanbul’u bir milyon civarındadır. Elbette nüfus tek başına bir şey ifade etmez; ancak İkinci Yeni’nin yalnızlık, sıkıntı, korku..ve bunların yarattığı saklanma, kaçma vb. temel izlekleri açısından da kayda değer bir olgu. Israrla ‘Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç/…./ Durma göğe bakalım’ diyen Turgut Uyar’daki seste; ‘Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum/ …./ Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı/Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene’ deki Cemal Süreya sesi de onmilyonu aşan İstanbul için daha betimleyici seslerdir.
Bir diğer gariplik de İkinci Yeni Şairlerinin , kenti (İstanbul’u) içselleştirecek durumda olmamalarıdır. Önemli isimlerden Edip Cansever dışında İstanbul doğumlu olan yoktur neredeyse. Sözgelişi Turgut Uyar (1927) Ankara doğumludur. Bursa Askeri Okulu’nu bitirir. Cemal Süreya desek, o bir sürgün. 1931 Pülümür doğumlu. 1938 ailesiyle birlikte Bilecik’e sürgün. Ankara Siyasal vs., Ece Ayhan (1931) Datça’da doğar. İlkokul Eceabat-Çanakkale, İlhan Berk (1918) doğum Manisa, Balıkesir Necatibey Mezuniyet (1944); sonra uzun yıllar, Anadolu. Hiç şüphe yok ki İstanbul’u şiire taşıyabilmenin Şartı; İstanbul’da (ya da orada) doğmuş ve yaşamış olmak değildir; ve fakat konu hiç de yabana atılacak, yadsınacak türden bir konu da değildir. Bu bağlamda İstanabul’da doğmaktan yaşamaktan ve İstanbul’u içselleştirmekten daha da önemlisi, insanın kuşatılmışlığını, insani tarafının arka plana itilerek, modern tüketim öznesi haline getirilişini şiirleştirmiştir İkinci Yeni. İşte tam bu noktada diyorum ki ‘tüm değerleri tüketilecek nesne olarak algılayan bilinç 1950’lerde henüz oluşmamıştı; daha doğrusu ‘o bilinci’oluşturacak bir kapitalizm’i, küresel boyuttaki gibi, iliklerimize dek yaşamadığımız zamanlardı. Evet 1950’ler köyden kente göçün hızlandığı yıllar, kentte yeni zenginler boy göstermekte, açılan lüks oteller var, yeni eğlence tipleri vs. ve bunlarla birlikte yeni insan-insan ilişkileri gündemde; ama 2000’lerde bile ‘modernleşmesini tamamladı mı?’ diye tartışılan Türkiye’nin, ellilerin nispeten sade yaşantıları içerisinde, öznelliklerini yitirip modern zamanın yıpratıcılığına tümden teslim olmuş bireyler Türkiye’si de değil. Bu Türkiye’nin sıkıştırılmış, kuşatılmış bireylerini biz, asıl Özallı yıllarda tanıyacağız. Kardeşin kardeşe dolarla-markla borç verdiği yıllar vs.

kinci-yeni-iiri-1-638
Şüphesiz irdelediğimiz konu, şiir gibi yaratıcılıkla özdeş bir konu, dolayısıyla zamanı için erken sayılabilecek dizelere, şiirlere her dönemde rastlayabiliriz. Bu bağlamda yaratıcının- yaratıcılığın payını yadsımıyorum elbette. Sözgelişi Turgut Uyar’ın daha 1940’larda, ‘…kuş yemi gibi yalnızdı!; ‘Hangi cebini karıştırsam yalnızlık…’; ‘Yaşıyorum yaşıyorum da bitmiyor,/ Bir tutam sakız oluyor ağzımda zaman..”dizeleri için Güven Turan, “ Bu dizelerin 1940’larda nasıl karşılandığını doğrusu merak etmemek elde değil.” demiştir. Neticede ‘şiirden’söz ediyoruz, bunlar mümkün; Ancak bu, bir veya iki şairin yaratıcılık alanı içinde olur. Oysa İkinci Yeni bahsinde onlarca şair ve tarihe mal olmuş bir haraket var ortada.
Toplumsal dönüşümlerin ve onların uzantılarının yansımalarına, roman gibi daha yatkın bir tür dururken, bunun şiirde kendini göstermesinin ayırdedici bir açıklamasını da bulamadığımı söylemeliyim. Bu konuda Hasan Bülent Kahraman,Türkiye’de Yazınsal Bilincin Oluşumu’ (Kapı Yay., 2014) adlı eserinde, 1980 sonrası yazılan romanı değerlendirirken; ‘romanda şiirsel açılım’ adını verdiği oluşuma, Latife Tekin’in ilk eseri Sevgili Arsız Ölümü örnek gösterir ve Türk Edebiyatı’nın bu anlamda ‘şiirsel açılım’lara 1950’lerin ikinci yarısında, İkinci Yeni’yle tanıklık ettiğini belirtir. Ardından da ‘ 2.yeni, semantiğin çok ötesine geçen bir yaklaşımla, dilin gerek sözcük gerekse metafor düzeyinde önemli kırılmalarına yatak hazırlamıştı’ diyerek ‘şiirsel açılım’dan da neyi kastettiğine açıklık getirir. Hasan Bülent Kahraman’dan mülhem denilebilir ki; Dünyanın En Güzel Arabistanı (Turgut Uyar, 1959)) veya Üvercinka (Cemal Süreya,1958), Sevgili Arsız Ölüm’le (Latife Tekin, 1983) birlikte 80’lerin ilk yarısında doğacakken; 50’lerin ikinci yarısında doğmuş. Gerçi Kahraman’ın böyle bir şey dediği yok; ama elliler deki şiirde yaşanan kırılmanın, romanda karşılığı da yok.
Şiirde İkinci Yeni aşıldı mı? Günümüzde yazılan şiir, bu bağlamda ele alınamaz ki.
Dünya, 1950’lerden sonra kaç bin kere değişti; izlemekte zorlanıyoruz. Sadece, soğuk savaşın bitmesiyle (1989) birlikte yaşanan gelişmeleri, bilgi-iletişim-teknoloji alanlarında gerçekleşen devrimleri ve bu minval üzere dünyada biçimlenen yeni edebiyatın, dolayısıyla yeni bir dilin yansımalarını hatırlamak-hatırlatmak bile yeterli. Bu nedenle günümüz şiiriyle, İkinci Yeni Şiiri’ni bu bağlamda karşılaştırmak çok da anlamlı değil. Daha doğrusu bu durum günümüz şiirinin sorunsalı olamamalı. Ortada bir anakronizm vardı, ona dikkat çektim ben; çünkü, bu anakronizm, seksen sonrası şiirini ve hatta günümüz şiirini daha sağlıklı değerlendirmemizi perdelemekte. Bence asıl gündeme almamız gereken de işin bu yönü.

Yasakmeyve-Mayıs-Haziran 2015