Tuğrul Tam Yol İleri

Tuğrul Tam Yol İleri

Metin Cengiz

TUgrulTamyol

Tuğrul Tamyol

Tuğrul Tanyol esmiş gürlemiş. Mühür’ün Mayıs-Haziran 2013 sayısında kimsenin haberinin olmadığı, ama onun kendi kendisini koyduğu, bir iki müridin de onayladığı görülen makamdan tam gaz fırlamış, kükremiş adeta. Mütereddit, yalanla, yanlışla, uydurmayla dolu Tuğrul Tanyol yazısı kısaca. Okudukça “He Tuğrul he!” dedim. Neymiş, Şiirden dergisi Tuğrul Tanyol’a kafayı takmışmış. İçi boş, çalçene, karakuşi, kahvehane dedikodusu işte.
Tuğrul’un muhatabı bir psikiyatri doktoru: “Hayatımın hiçbir döneminde yazdığım şiirden zevk almayan insanlar var mıdır diye düşünmedim. Zevk almayı başarabilenler için yazdığımı düşündüm. Benim şiirimden hoşlanmayan insanların ki mutlaka vardır, şiirden anlamadıklarını varsaymayı yeğlerim.” “… benim şiirimden hoşlanmayanlar beni hiçbir zaman ilgilendirmedi. Onların eksikliği olarak gördüm bunu.” Bu sözler insanı doğruca Bakırköy’e gönderir. Her şair bilir ki şiirini seven de olur, sevmeyen de. Bu, gerçek şiir okuru açısından eksiklik ile değil, şiire bakış tarzı ile açıklanabilir. Cumhuriyet dönemi Türk şiirini okuyup da İkinci Yeni içinden Cemal Süreya’yı değil de Turgut Uyarı tercih eden şiir okuruna cahil denebilir mi? Uzatmayalım, yukarıdaki sözleri eden bir insanın diğer sözlerine kulak vermek bile gereksiz; muhatabı akıl hastalıkları uzmanları, eleştirmenler değil. Ama cevap vermeyince de olmuyor, karşıdakinin palavralarına inanan çıkıyor.
Bu sözlerinden de anlaşıldığı üzere Tuğrul sağda solda şiiriyle övünür, gülünesi sözlerle şişinip durur. Şiir yazan herkesin “En güzel şiirimi yazdığıma inansaydım, yazmayı bırakırdım.” sözünü kulağına küpe ettiğini bilse de dünyanın en büyük şairi olduğuna kendisini inandırmıştır bir kere. ‘Kendine şair muamelesi’ yapıp böbürlenmekten zaman bulup da şiiri ile hiç uğraşmadı, şiirden uzaklaştı, ama sadık müridi yıllıklarda onu hep önde gösterdiğinden olacak, yazdığını yeterli gördü, yazdığına hayran.
Meseleyi ontolojik bakımdan ele aldığımızda da bu tavrın ne denli sakat olduğu ortada. Kendisine bunca hayran biri, kendinden dışarıya çıkıp hakikate, tümel olana, insanlık düşüncesine varabilir mi? Tikelliğini aşmaya çalışabilir mi? Bunun için zaman ayırabilir mi?
Peki kendi imgesine hayran Tuğrul Tanyol’u küplere bindiren olay ne?
Dergimizin genç şairlerinden Volkan Hacıoğlu, bilindiği gibi seksen sonrası dönem şairleri hakkında, dönemin tam fotoğrafını çekmek için bir önceki şairleri de kapsayacak biçimde kısa değerlendirmelerden oluşan yazılar yazıyor bir süredir. Güven Turan, Enis Batur, Mehmet Taner ve Sina Akyol ile başlıyordu bu dönem hakkında yaptığı değerlendirmeler; en son Tuğrul Tanyol hakkında yazdığı “Tuğrul Tanyol Şiirine Stilistik Bir Yaklaşım” adlı yazı ile sürüyordu. Volkan Hacıoğlu bu yazısında Tuğrul Tanyol’un şiirindeki temel bir özelliği yakalamış ve parmak basmıştı: zaman ve mekân yokluğu. İşte Santayana şiirdeki bu özelliği “Milton Sendromu” adıyla nitelediği bu terimi Santayana Milton ile Shakespear’i karşılaştırdığı yazısında kullanmış, Milton şiirinin tipik özelliği olarak nitelemişti. Tanyol, bir zamanlar kendisinin de genç olduğunu unutarak, şiirinin bu özelliğe sahip olduğunu söyleyen Volkan Hacıoğlu’na iyice yüklenmiş… açmış ağzını yummuş gözünü. Ne cahilliği kalmış, ne müteşebbisliği bu genç şairin. Hatta birileri (“kötü niyetli” olmakla suçladığı Metin Cengiz’i kast ediyor) yazdırmışmış bu yazıları (sanırım bu tür şeyler yaptığı için benim de kendisiyle aynı tıynette olduğumu söylüyor). Tutamamış yani Tuğrul kendini ve tam gaz… Peki ne yapsaydı Hacıoğlu, Tuğrul Tanyol şiirinin temel özelliğine parmak basmak yerine boş sözlerle övse miydi, 1980 sonrası şiiri için yazılan, içi boş, yalnızca yağ çekmek için kaleme alındığı belli olan, altı doldurulmamış yargılarla kendi kendini bile reddeden “hacimli” palavra kitap gibi? Herkes mürit değil ki! İşte zaman geçiyor, herkesin yazdığını bir yere koyuyor. “Gözlerin hep uzaklarda”, büyük yerlerde olsa da zaman kendi hükmünü veriyor. Kimilerini taçlandırırken senin gibi kendine “büyük şair, üstat muamelesi yapanları” yerli yerine koyuyor, “burada dur” diyor.
Kendini tutamayınca, Metin Cengiz’e de yüklenmiş; açmış ağzını, yummuş gözünü. Metin Cengiz derginin başlangıcından bugüne Türk şiiri üstüne yaptığı değerlendirmelere “Tuğrul Tanyol Şiiri” başlıklı yazısı ile devam etmişti, hemen bir altta yer alan Hüseyin Ferhad hakkında yazdığı yazı ile. Oysa bu, tamamen rastlantıya bağlı, bir sıralama gütmeksizin, o sırada okuduğum kitaplarla ilgili bir durum. Ama Tuğrul kasıt aramış, demediğini bırakmamış, “kötü niyetli” olmakla suçlamış Metin Cengiz’i; yalan yanlış, olur olmaz vehimlerle saldırmış. Peki Metin Cengiz’in yazısında küfür var mı? Hayır. Hakaret var mı? Yergi ya da övgü? Yok. Ama Tuğrul veryansın etmiş, belden aşağıymış yazılar, kasıtlıymış, Metin Cengiz Tanyol’u Hüseyin Ferhad ile kıyaslıyormuş, vb.
Bence Tuğrul’un asıl meselesi zamanın acımasız hükmü. Tuğrul’un saldırdığı asıl zamanın bu hükmü. Yazık oldu belki Tuğrul kardeş, ama benim yapacağım bir şey yok. Benim senin hakkında yazdığım o yazı ile bana verdiğin cevabı bir oku, vicdanını yanında tutarak ama. Benim hatır saydığımı, vefalı davrandığımı göreceksin; ama zaman hatır tanımıyor; zamanın vefası da yok. Senin şu “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” başlıklı, dil hataları, anlatım bozuklukları ile dolu mütereddit yazını okuyup bana yaptığın yersiz hakaretleri görünce, zamanın ne denli doğru çalıştığını ve verdiği hükmün ne denli yerinde olduğunu bir daha gördüm. Yazdığın o içi boş, çalçene, anlamsız yargı ve iftiralarla dolu yazının hemen ardından gelen “Yarın İçin Notlar III” başlıklı şiiri okuduğumda Volkan Hacıoğlu’nun yazısının başlığında yaptığı “Milton sendromu” tespitinin senin şiirlerin üstüne nasıl “cuk” oturduğunu da… Bu tespit şiirinin kötü olduğuna ilişkin bir söz değil, küfür değil, belaltı vurma da değil, senin şiirinin neliğine ilişkin bir saptama. Yani genç şair diyor ki, Tuğrul Tanyol’un şiiri zaman ve mekân açısından Santayana’nın Milton’un şiirine ilişkin saptadığı özelliklere sahip. Ben de diyorum ki, evet öyle; ama bu, şiirde farklı bir olanak. Hepsi bu.
Şimdi gelelim Metin Cengiz hakkında söylediklerine… yalanlarına, vehimlerine. Ama önce şu konuya değinmek istiyorum. Tuğrul “genç mütecaviz” diye ağır bir hakaretle nitelendirdiği Volkan Hacıoğlu’nun, kendisini Milton ile özdeşleştirdiğini sanıyor, bundan onur duyuyor. Tuğrul artık okuduğu metinde söyleneni değil, kendisinin görmek istediğini anlıyor. Volkan seni Milton ile özdeşleştirmiyor ki. Onun söylediği, senin şiirinde Santayana’nın “Milton sendromu” olarak nitelediği olgunun varlığı. Yani şiirinin zaman ve mekân olarak bu sendrom ile nitelenebileceği. Nereden çıkardın seni Milton’a benzettiğini. Ne sen Milton’sun, ne de ben Shakespeare. Diyeceğim odur ki sendeki bu gidişat, gidişat değil Tuğrul, büyüklük hastalığı seni yiyip bitiriyor. Böyle şeylerle uğraşacağına şiirinle uğraş, işine bak. Gelelim Milton olmak uğruna beni, ‘yakıştıramasa’ da, Shakespeare olarak nitelemeye razı olan Tuğrul’un benim hakkımda söylediklerine:
1-Yazıyı kısa buluyor Tuğrul. Olur, bir dahakinde roman boyutunda tutmaya gayret ederim.
2- Metin Cengiz’in yazıları dilbilgisi hataları ile doluymuş. Tuğrul, “dinime küfreden bari Müslüman olsa” diye bir söz vardır. Böyle bir iddian varsa oldukça dikkat etmelisin. Senin yazını, liseli bir öğrenci yazsa kompozisyondan sınıfta çakar. Bilgi hataları, anlatım bozuklukları yazıyı okunmaz kılıyor. Tuğrul Tanyol işte, övünmekten başını kaldırıp araştırma, inceleme yapmaya kalkışmadan “kendilerini” bir şey sanıp yazanlardan… Dergilerde okuduklarından beslenen bir dimağdan başka ne beklenir?
3- “Metin Cengiz’in yazılarını okumak beni hep sıkmıştır. Ondaki Türkçe hataları, bozuk düzensiz ve savruk cümleler ve kıt bilgisiyle büyük felsefi çıkarımlarda bulunma çabası bende… hadi açık söyleyeyim umurumda bile değil.”
Ben de açık söyleyeyim. Ben senin için yazmıyorum ki… Ben seni bu konularda hesaba bile almadım hiç. Senin bu tür yazılarla aranın olmadığını, şiir kuramı üstüne dişe dokunur bir okuma yapmadığını, mahalle kahvesinde oturup askerlik anıları anlatır gibi yazdığını herkes bilir. Bu son yazdığın yazı ise senin artık şiirle uzak yakın bir ilişkinin kalmadığını ele verir önemli bir belge. Bende dil hataları, anlatım bozuklukları vardır elbette, olacak da. İş yapan yanlış da yapar. Bu iyi bir redaksiyon işiyle çözülecek bir durum. Ya sendeki bilgi hatalarını, cahilliğinden kaynaklanan kof iddiaları nasıl düzelteceğiz? Redaksiyon yetecek mi?
Bana kıt bilgili diyorsun. Doğrudur, benim bildiğim bir şey varsa bir şey bilmediğimdir. Kıtımdır, cahilimdir, o yüzden de öğrenmeye çalışır, okur, kendimi beslemeye, zamanın ardında kalmamaya, yaptığım işe layık olmaya çalışırım. Derdim de “büyük felsefi çıkarımlar yapmak” değil, şiir üstüne ülkemizde senin gibi cahillerin karaladığı yalan yanlışı düzeltmektir. İşte benim kıtlığım buradan kaynaklanır. Ama gördüğüm o ki, sen kıt bile değilsin.
4A-“Kısaca söylediği şudur. Yahu bu Tuğrul Tanyol’u büyütüyorsunuz, aslında ‘Cem Gibi’ dışında şiiri yoktur. Şiir hakkında yazdıkları da önemsizdir, yeni değildir, bunlar zaten söylenmiş şeylerdir, vs…” Tuğrul Tanyol’u Allah mı konuşturuyor, ne? Yahu, benim yazımdan bu anlamı çıkarttın ya, bravo sana. İşte Tuğrul Tanyol ile ilgili Şiirden Dergisi’nin 15. sayısında yazdığım, örneklemeli, çözümlemeli yazı: “Şairin gerçek kimliğini bulduğu, bu kitabın “Yağmur Saatleri” adlı bölümündeki şiirleriyle, Sudaki Anka (1990) ve Tuğrul Tanyol’un klasik müziğe olan tutkusunu, bilgisini yansıtan Oda Müziği (1992) şairin gittikçe billurlaşan sesi ile yazılmış görülüyor. Bu şiirlerde flora ve fauna bakımından nerede ve hangi zamanda yaşadığını çıkaramadığımız, sıkıntılı, hüzünlü, romantik bir şairin zamana, doğaya, aşka, hayata bakışı yer yer özgün ve parıltılı benzetmelerle (“Ağustos dehlizleri, şaraba katılan su”… “kırmızı bir gülüştür ağustos”/Ağustos Dehlizleri-… gibi) dile getirilir. Etkilendiğini söylediğimiz şairlerin ortak havuzundan kotarılmış bir duyarlık, bu şairleri andıran bir iç ses, güz görüntüsünün egemen olduğu bir ruh atmosferi… gizli bir öykülemenin örgütleyiciliği etrafında, bu şiirlerin temel özelliklerini oluşturmakta.” Tuğrul’un söylediği gibi “Cem Gibi” dışında bir şiir yoktur yargısı çıkarılabilir mi buradan?
Ya şu değerlendirmeme ne denir: “Sudaki Ankâ (1990), Oda Müziği (1992) kitaplarıyla Tanyol, şiirine iyice yerleşmiş, kendine özgü tipik ve farklı bir şiir kurmuştur…” Bu saptamalar bir şair için onur vericidir, ama Tuğrul için yeterli değil, o alışmış övülmeye, şişirilmeye.
4B-“Ayrıca bu son yazdıkları da büyük ölçüde doğrudur. En azından ben, birçok yazımda bunu zaten söyledim. Bizim yaptığımız bir hatırlatmaydı, hafızaları tazelemekti.” diyor Tuğrul. Nihayet… Beni paylamaya çalıştığı yazısında düzyazılarıyla ilgili ‘ortamalı, alışılmış bilgiler olduğu konusunda’ söylediklerime hak veriyor.
5-Yenilik hakkında ise şunları söylüyor: “Metin Cengiz acaba neyi diyor? Yeni olan şey nedir? İngiliz atasözünün de belirttiği gibi ‘güneşin altında hiçbir şey yeni değildir.’ Yeni, var olandan farklı olanı yaratmak için eskinin kullanılmasıdır. O gün bizim yaptığımız da bundan ibaretti…” İşte yenilik hakkında Tuğrul’un bütün söyleyebileceği bu kadar. Bu cümleyi ele alıp neresiyle tartışırsınız? Tuğrul kardeş, sen hâlâ oralarda mısın? Bence azıcık okuma yap da öyle çık sahneye, gençler bizi seyrediyor!
Şu ‘yenilik’ hakkında söylediklerin beni oldukça güldürdü. Hele de şu Divan şairlerinin geleneğe bakışlarında belirleyici olan düsturu tekrarlaman… Kafanda yenilikle ilgili bir şey olmadığı belli. Çok eski ve resmi tanımlamalardan yola çıkıyorsun. “Yeni, var olandan farklı olanı yaratmak için eskinin kullanılmasıdır.” Yeninin eskinin içinden çıkmadığını, eskiyi bu bağlamda barındırmadığını söyleyen kim? Ben seni 1980 sonrası dönemden konuşabilecek sanırken sen iyice lise bilgilerine dönmüş, o zaviyeden seslenmeye başlamışsın. Madem senin düzeyinde konuşuyoruz, ben de bir deyim kullanayım: değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Oldu mu şimdi? Ne güzel tartıştık, şah ve mat. Sana değişme-yenilik konusunda Arab sûfiliğinden bir örnek vereyim de yazımız azıcık renklensin. Madem iyice eskiye gittik, oralardan yeniliğe bakalım. “Sonraki lahzada göreceğimiz dünya da bir önceki lahzada görülenden farklı olacaktır.
Dünya için geçerli olan şeyler bilenin kalbi ve insan için de geçerlidir. Hiçbir sabit özellik yoktur. Dünya ölü ya da canlı olsa da sürekli değişmektedir. Dünya ve insanlık, bir sûfinin dediği gibi bir nefes kadar hızlı değişmekte.”
“Bu durum Arab sûfiliğinde mevcut olan daimî hilkat veya yeni hilkat teorisidir. Ayrıca üstad Dogen’in (1200-1253) bir örnek teşkil ettiği Japon Budizmi’nde de vardır. Hiçbir şey geçici varoluşların bir ardıllığından, bir varoluş zincirinden daha fazlası değildir. Her şey aniden kaybolmak ve tekrar doğmak için dünyaya getirilir.” (Adonis, Sûfizm ve Sürrealizm, s.: 53, İnsan Yayınları, birinci baskı 2012)
6-Tuğrul malumun ilamını yapan, ortamalı, çalakalem, “tekrardan ibaret yazdıkları sözlerle” bir farklılık yaratıldığını, bu farklılığın seksenli yıllardan sonraki şiirin yönünü 20 yıl belirlediğini söylüyor. Eh, şişinmek için sebep mi yok? Yahu Tuğrul, ufak at, civcivler de yesin. O dönem Broy ve Sombahar dergileriyle olgunluğuna ulaşan bir dönem, 1980 öncesi Güven Turan, Enis Batur, Mehmet Taner ve Sina Akyol ile başlayan, ve bugünlere doğru gelen bir dönem. Yıllar içinde birçok şairi kapsayan, küçük İskender ile, Yücel Kayıran ile, Birhan Keskin… ile devam eden bir dönem. Olan, biten bu. Seksen sonrası dönem gerek şiir ve gerekse teorik olarak böylece olgunlaşmış, sürmüştür. Bir gruba veya isme indirgenemez. Birbirine benzemeyen şiir kişiliklerinden oluşan bir dönem bu, 1927’li doğumluların bile parlak yıllarının sürdüğü, İkinci Yenicilerin en parlak günlerini yaşadıkları, şiirde ideolojinin değil şiirin biçim-biçem olarak öne alındığı, biz gençlerin çeşitlilikte kendimizi ifade olanağı bulduğumuz bir dönem. Bu dönem 2010’lere değin devam etti, ediyor. Türk şiiri şu anda yeniden dizayn ediliyor, gençler artık dönem olarak değil kendi şiirleriyle değerlendiriliyor. Doğrusu da bu değil mi? Bir döneme, toplu fotoğrafa sığınmaya gerek var mı? Ama Tuğrul’un derdi burada, o varlığının ancak toplu fotoğrafla mümkün olduğuna ne yazık ki vehmetmiş. Oysa dönemler çağı artık bitti. Tek tek şairler var, 1980 sonrasının en belirgin yanı bu. Ama Tuğrul’un derdi, kendini durmadan öven, 80 sonrası dönemden sonra “biz varız, bizim dönemimiz başladı” diye çırpınan birkaç yeteneksize el vermek.
7-Benim, 1980 sonrası şairlerini askeri darbe günlerinde sermaye dergilerinin öne çıkardığını söylediğimi belirtiyor Tuğrul, “hala orada mısın” sorusuyla. Aşağılık bir yalan, anlaşılmaz bir iftira. Benim sözlerim aynen şöyle:
“1980’li yıllar şiirde siyasi, ideolojik anlayışların dışında farklı bir şiire yönelişin, yeni arayışların, şiirin neliğine ilişkin sorgulamaların başladığı yıllardı ve Tuğrul Tanyol da bu dönemde öne çıkan isimlerden biriydi. Öne çıkması, yönelimlere, arayışlara ilişkin yazdığı yazılardan kaynaklanıyordu. Bu yazılarda şiirin neliği üstüne farklı bir şey söylememesine karşın dönemin özelliği (siyasi, ideolojik bakışların dünyada çoktan edebiyatı yönlendiriciliğinin kalmaması, ülkemizde 12 Eylül darbesi ile sosyalist kesimlerin geriye çekilmesi, yetmişlerin militan şiirine karşı oluşan tepkiler, yenilik istenci…), dönemden beklentiler, yeniye karşı duyulan meraklı bekleyiş, yazılan farklı her şiire olduğu gibi bu yazılara da dikkati çekiyordu. Dönemden beklentilere edebiyat çevresi genel anlamda destek veriyor, genel bir oydaşma yaratıyordu. Dönemin etkin dergileri olan Hürriyet Gösteri, Adam Sanat, vb. o dönem bu tür yeni olan her şeyi açıkça destekliyordu. Üç Çiçek gibi gençleri bir araya toplayan ve yalnızca üç sayı çıkan dergi ise etrafında toplanan gençlerle, yeniyi temsil etmeye çalışıyordu; bu dergi, yılda bir sayı çıkmasına, içeriğinde yeniyi açımlayıcı bir yazı olmamasına karşın, gençlerin toplandığı bir çatı olarak beklentileri karşılamış gibi öne çıkarılıyor, kutsanıyordu. Tuğrul Tanyol’un ortaya çıkışı işte bu atmosferde gerçekleşiyordu.”
Bu sözlerin neresinde Tuğrul’un ve diğer şairlerin sermaye dergilerinin ve askeri darbenin ürünü olduğunu söylüyorum? Bu nasıl bir eksik algılama, bu nasıl bir utanmazlık, bu nasıl bir anlayış? Kaldı ki ben de bu aynı dönemin ürünüyüm. Tuğrul, eski parlak günlerini arıyorsun, biliyorum. Yaşlılık böyle bir şey, insan altı doldurulmamış, kendini bir şey sandığı günleri özlemle arar. Senin huyundu zaten şişinmek, övünmek. Ama bu huylarına zamanla yalancılık, fırıldaklık, iftira atma gibi yenilerini de eklemişsin ki…
8A-“Yenibütün” de, bizden aşırdığı ilkelere rağmen tutmadı. Ama benim karşıma lütfen Hüseyin Ferhad’ı çıkarma.”
Neresinden tutulur bu sözler. Yahu senin hangi sözlerini aşırdı Yenibütün? Senin sözün mü vardı? Sen o yazdığın çalakalem sözleri söz mü sanıyorsun? Cemal Süreya, Hilmi Yavuz, Özdemir İnce, Orhan Koçak, İskender Savaşır gibi kalemşorların yaşadığı bir dönemde sen zavallı iki üç lafının bir şey olduğu zehabına mı kapıldın? Yenibütün, Sombahar hiç değilse meseleyi teorik bazda ele almaya çalıştı. Senin kendine mal ettiğin sözler de yukarıda adlarını verdiğim yazarlardan aşırma, şiire ilişkin çokça tekrarlanmış, bilinen sözlerdi. O ortamdı senin yetmişlerin ortamında yazılan şiirden farklı şiirini öne çıkaran.
Peki senden aşırmaya bir örnek göster, örnek ne Tuğrul? Bir örnek göster Alla’sen. Eskilerin bir sözü vardır, senin bu yersiz şişinmelerine cuk oturuyor, “Aklıyla övünen insan, hücresinin genişliğiyle övünen mahkum gibidir.”
8B-Senin karşına Hüseyin Ferhad’ı çıkarmam Tuğrul, bu anlamsız ve gülünç olur, zira şiirleriniz çok farklı kulvarda. Ayrıca senin parlak günlerin var, onun hiç olmadı. Sen altın vuruşunu ilk zamanlarda yaptın, o son döneminde. Ama sen kendini onunla karşılaştırabiliyorsun, kendi karşına çıkarıyorsun Ferhad’ı, hem de bana mal ederek. Anlaşılan korku basmış seni, konuşturup duruyor. Bana mal ettiğin şu sözler nasıl açıklanır yoksa: “Bakın pohpohlanıp büyütülen Tuğrul Tanyol’u geçin, ben size Hüseyin Ferhad’dan söz edeyim.”
Demek böyle sözler duyuyorsun artık, kulağına sesler geliyor? Ariflik halleri mi desem(!) Kendi gerçeğine mi vardın yoksa? Şimdi de, egon karşına bizzat senin kendini çıkarıyor, başkalarının ağzından fısıldıyor.
9-Güya ben Tuğrul Tanyol’a telefon etmişim, ödül törenime gelmesini rica etmişim, Tuğrul da ödül törenlerine gitmediğini belirtmiş, ben de bunun üzerine Tuğrul’un tırnak içinde verdiği şu sözleri etmişim: “Ama senin orada olman bana meşruiyet kazandırır.” Tuğrul da şu yanıtı vermiş, “Ödülü almışsın kardeşim daha neyin meşruiyetini arıyorsun?”
Sözün bittiği yer işte burası. Maddeler halinde kısa kısa cevaplar vereyim:
a-Tuğrul ile o dönem, iyi bir sohbetimiz vardı, şişinmelerini, övünmelerini hoş karşılardık. Sonradan koptuk, ama geçmişe vefa gereği eski samimiyet azalsa da bir biçimde sürdü (belki bu da benim kuruntum). Ödül aldığımda da telefonlaşmışızdır, beni kutlamak için aramıştı çünkü. Ödül üzerine sohbet de etmişizdir. Aradan tam 19 yıl geçmiş (ödülü 1996 yılında almıştım). Tuhaf değil mi, Tuğrul her ne hikmetse aradan onca zaman geçmesine karşın tırnak içinde verdiği şekliyle konuşmamızı kelimesi kelimesine anımsıyor. Sanırım Tuğrul’un kankaları da tanık olmuştur(!) bu sözlere. Ben de birçok konuşmamızı hatırlıyorum, çok şey hatırlıyorum, Tuğrul gibi kelimesi kelimesine olmasa bile, mealen. Ama söylemem, söyleyemem, çünkü o sözler benim haysiyetime emanet edilmiş sözlerdir. Bu konuda son olarak şunu da söyleyeyim, benim ödül törenime Tuğrul da dahil, arkadaşlarımdan hiç kimseyi davet etmedim, kendileri gelsinler istedim.
b- Tuğrul üç kelimede yine kendini öyle bir yere koymuş ki, inanılmaz. Jürisiyle, kurumuyla meşru bir ödül demek ki Tuğrul gelirse meşrulaşabiliyormuş. Benim, okurun zekâsına hakaret ederken, kendini meşruluk kazandıran bir makama yerleştiriyor. Vay be Tuğrul, sen neymişsin meğer?
c- “Ödülü almışsın kardeşim…”
Bu sözler paylar tonda; Tuğrul’un kendini nerelere koyduğunu gösteriyor. Ne diyeyim, şşerreffli kardeşime. He Tuğrul he, kim tutabilir seni, kim su dökebilir eline?
10- “Henüz, yakın zamanlarda yayınlanmış olan ve 80’ler şiirini ele alan hacimli bir kitapta bile kendine ancak dolaylı bir dipnot olarak yer bulabiliyorsan bunun acısını benden çıkarmaya çalışma.”
İşte Tuğrul’un gradosu, nelerin ardında koştuğunun itirafı. O hacimli kitabın da ne için yazıldığını beyan ediyor, yazarının kimden el aldığını, ustasının kim olduğunu, kitabın çatısını kimin çattığını gösteriyor. Şiirine sığın Tuğrul, palavralara değil. Sen de zamanın sana yaptığının acısını benden çıkarmaya kalkışacağına, otur neler yaptın şiirde, bir ciddi muhasebesini tut. Henüz 5-10 yılın daha var. Ha gayret! Bir fikirden kalkıp yazdığın manzumeleri (bana veryansın ettiğin yazıda belirttiğin gibi ‘Cem Gibi’ hariç) şiir sanacağına, şiirin üzerine düşün azıcık.
11- “Bak dünya kadar şiir ödülü veriyorlar sana ve senin gibilerine. Mutlu ol, gülümse!”
Birileri gibi bana, ödüllerime fena takmış kafayı, bir derdi var, fena bir halleri var Tuğrul’un. Sen de gülümse Tuğrul, mutlu ol, bak hacimli bir kitap yalnızca seni övmek için yazılmış, keyfini çıkar. Başka ne diyeyim ey okur, “akıl tutulması” böyle bir şey olsa gerek.