YAVUZ ÖZDEM’LE “UNUTMAMA İMGESİ” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

EMRE KARACAOĞLU: İlk şiir kitabınız “Göl” 1991 tarihini taşıyor; söyleşi için
buluştuğumuz “Unutmama İmgesi” ise 2019. Kitaplarınızı esas alırsak otuz yıl
diyebileceğimiz bir zaman dilimi. Hem günümüz okuru için bir hatırlatma olması
bakımından aradaki kitaplarınızı da sıralamak istiyorum: “Bir Yüzle Yürümenin
Kitabı” (1994), “Adınız Kime” (1997), “İstanbul Yolcusu Kalmasın” (1999), “Yer Gece
Dinlenir” (2005), “Gümüş Ten Fotoğraf” (2007), “Meydanda Kalalım” (2010), “Yaşlı
Kitap” (2014). Bana ilginç geleni, bir önceki şiir kitabınız, “Yaşlı Kitap” 2014 yılında
yayımlanmış; “Unutmama İmgesi” ile arasında beş sene geçmiş. Bu süre esnasında neler
yaşandı ki sizin gibi üretken bir şair/yazar böyle görece uzun bir sürede yeni şiirlerini
yayımlayabildi? Benzer bir durum “İstanbul Yolcusu Kalmasın”dan sonra da yaşanmış.
İşin doğasında mı var yoksa?
YAVUZ ÖZDEM: Şüphesiz, şiir gibi hesaplı kitaplı davranmalara kapalı bir alan söz
konusu olduğu için; işin doğasından kaynaklanıyor olabilir kimi aralıkların uzun oluşları.
Bazen farklı tasarılar peşine düşülüyor; sözgelişi “İstanbul Yolcusu Kalmasın”dan sonra, tek
şiirden oluşan kitabım “Yer Gece Dinlenir” için çalıştım. Benim için farklı bir çalışmaydı ve
çok zamanımı aldı. “Yaşlı Kitap”la “Unutmama İmgesi” arasındaki beş (uzun) yıl için hakçası
belirgin veya ayrımında olduğum şeyler söyleyemeyeceğim. Belki bir çeşit “iştahsızlık” da
olabilir.

“İştahsızlık”la neyi kastettiğinizi biraz açmanız gerekmez mi?
Öncelikle dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu durumla başlayabilirim; yani savaşlar,
siyasal baskılar, hayat pahalılığı, işsizlik, kültür düşmanlığı vb. Buradan yazma iştahını
tıkayacak bir genel çerçeve çizilebilir.
Sonra şiir de kimsenin umurunda değil artık. Oysa öğretmenler, hekimler, hukukçular
sinemacılar… şiirle ilgilenirdi eskiden. Şimdilerde sadece onların değil; büyük yayınevleri,
dağıtımcılar, kitabevleri, gazeteler, gazetelerin kitap ekleri… listeyi uzatmak mümkün,
kimsenin ilgi alanına girmiyor şiir. İyimser olmamızı gerektirecek gelişmelerden de söz
edemiyoruz ne yazık ki çünkü hikâye, roman, tiyatro da… kazıbilim, felsefe, güzel
hazırlanmış bir sofra, bir kadeh şarap da kimsenin umurunda değil… Daha ne olsun, yani
yazma (ve dahi okuma) hususunda iştahsız olmamız için mebzul miktarda sebebimiz var. (!)
Hem sen de bir sinema ve müzik yazarı olarak, üstelik daha genç olmana karşın,
hissetmişsindir benzer şeyleri veya senin de payına düşen bir “iştahsızlık” oluyor, olmuştur.

Size katılıyorum ama daha genç olma ve olumsuzluklardan etkilenme konusu üzerinde
ayrıca düşüneceğim. Yalnız konu tecrübeye gelmişken sormak istiyorum: Sizi Türk
şiirinin aksakallılarından biri addettiğimiz bu dönemde, şiir yazma edimi yaşamınızda
nasıl bir yer kaplıyor? Rutinleriniz nasıl? Şiir yazmak sizi eskiden nasıl etkilerdi? Şu
anda nasıl etkiliyor?

Sanki şiir yazmak tam bana göreydi. Hani çalışma odası, cilt cilt kitaplar, kitaplıklar,
araştırmalar, konu gereği yapılan (yurtiçi-dışı) geziler vs. gerektirmiyordu. Hem bir kağıt
parçası ve bir (tükenmez) kalem yeter, yer-saat fark etmez; şiir nerede, ne zaman beni bulursa,
ben de yazarım şiirimi.

Başlangıçta böyleydi demek istiyorsunuz; ama ben biraz da şimdiyi sormuştum.
Şimdi de aman aman değişiklikler olmadı diyebilirim. Bir biçimde nasıl başlarsanız öyle
gidiyor. Yalnız ben başlangıçta tam bana göre dediğim şiir yazma özelliklerimin esasen
sınıfsallığın kapsama alanına girdiğini anladım. Evet, kütüphanelerdi, (tek) başına tiyatrolar,
sinemalardı, gezilerdi vb. hadislerde “hantal” olduğum söylenebilir; ama esas olarak
sınıfsallıktan bahisle denebilir ki şiir yazmak yoksul işiydi, masrafsızdı, tükenmez kalem
ucuzdu ve kâğıt bulmak her an mümkündü. 1970’lerde kimi yazarlarımız nasıl “daktilo”
edindiklerini yazardı, biz de imrenerek okurduk. Aynı sınıftan birbirine benzeyen bir kuşak
böyle yetişti, yetiştik. Bugün küçük burjuva izlenimler versek de sürekli çalışmak (mesai)
zorunda kaldık; dolayısıyla “bilindik” küçük burjuvalara özgü rutinlerimiz (pek) olamadı.
Konuyla ilgili olduğundan mıdır, nedir, Fazıl Hüsnü Dağlarca aklıma geldi. O, her sabah
erken bir saatte “şiir yazmak” için kalkar ve bir masa üzerine yayılmış yedi-sekiz ayrı şiir
dosyası için birer şiir yazarak “mesai”ye başlarmış. Bizim kuşaktan hareketle onulmaz
hastalığımız tefrit-ifrat meselesine de bir gönderme yapmış olalım.
Şiir yazmak beni eskiden nasıl etkilerdi; şimdilerde nasıl etkiler? Önemli bir soru aslında. Zira
bir tek şiiri yazıp bitirmenin bile büyük bir ergi olduğunu anladığım yaşlardayım.

“Unutmama İmgesi”ni şiir kariyerinizde nereye koyuyorsunuz? Sizce onun güncel bir
yanı var mı? Yoksa daha evrensel ve zamanlar üstü meseleleri olduğunu mu
düşünüyorsunuz?
“Unutmama İmgesi” benim dokuzuncu şiir kitabım; içinde bulunduğum yaşlarımın, bakış
açılarımın bir ürünü. Kendimi (şiir yazma bağlamında) olgun hissettiğim zamanların ürünü
demek de mümkün galiba.
Güncellik ve evrensellik hattına ilişkin olarak, şunları söyleyebilirim: Öncelikle ben, kendi
çağımın (dönemimin, günümün…) inançlarıyla yazıyorum şiirlerimi; bu pencereden
baktığımızda “Unutmama İmgesi” için, güncel nitelemesi uygun düşer. Sanırım kişisel
bağlamda bütün mesele şiiri, evrensel yapının varlığıyla ne kadar ilişkili kıldığımızla ilgilidir.
Bu konuda kendi şiirime ilişkin bir şeyler söylemek de bana düşmez.

“Unutmama İmgesi”nde gündelik, sıradan nesneler yine dikkat çekiyor. Nesnelerin
uyandırdığı evrensel anlamlara mı, yoksa her birinin sizde ve okuyucunuzda
tetikleyeceği duygulara mı kıymet veriyorsunuz?
Haklısın; kürdandan, kurşun kaleme; tabaktan, aynaya, deftere… Gündelik, sıradan
nesnelerin yer aldığı bir başka şiir kitabı pek ender olsa gerektir. Ender diyorum, biliyorsun,
nesnelerin kendileri için yazılmış çok sayıda şiir var kitapta, bu yüzden diyorum.

Nesnelerin  uyandırdığı evrensel anlamlar meselesini ise, konu şiir olduğu için farklı ele
alıyorum. Sorunun doğrudan cevabı olarak, nesnelerin uyandırdığı evrensel anlamları değil;
onların bende ve okuyucuda uyandırdığı değerleri, uzak-yakın çağrıştırımları öne çıkarıyorum
demem mümkün. Diğeri, felsefe tarihi boyunca özne-nesne ilişkisi çerçevesinde veyahut dil
felsefesi konusunda tartışılan temel konuların başında geliyor.
Şiirde nesnelerin kullanımı, benim açımdan, Duchamp'ın pisuarı gibidir; “gündelik, sıradan
nesneler” şiirin içine taşındığında, o nesne olarak genel kullanım bağlamından çıkar; zira
okuyucu ve şiir arasında kurulmuş yeni bir bağlam, yeni bir ilişki söz konusudur artık.  Söz
gelişi bir gün bulaşık makinesinde kalan tek tabak ilgi alanıma girmişti; ben de onu oyuna
alınmayan çocuğa benzetip şiire taşımışım, taşıdım; demek ki bu minval üzere ilgi alanıma
girmiş. Maksat hâsıl oldu sanırım.
Biraz şiirsel bir ekleme olacak ama özne-nesne ilişkisinin bendeki karşılığı “karanlık”tır.
Böyle işime geldiği için mi diyorum? Olabilir. Benim tek kalan tabak-küskün çocuk
örneğimden hareketle şöyle toparlayabilirim “karanlık” meselesini: “Bulaşık makinesinde tek
kalan tabak”ı ben o an, orada görmesem de o genel kullanım bağlamıyla (tabak olarak) var;
ama oyuna alınmayan küskün çocuk, (yeni) bağlamıyla yok(tur). Demem o ki benimle
(tabağı, küskün çocuğa benzeten ben) tabak arasındaki etkileşim, karanlıkta (kalan) bir
etkileşimdir.

 

“Ayna ile Yaşıt” isimli şiirde babanızdan bahsederken, “Babamdan kalma ayna bu/
Karanlığa zincirle bağlı” dizelerinizi de bu kapsamda değerlendirelim mi?
Olabilir. Düşünüyorum da neden olmasın?

 

Bir erkeğin babasıyla meselesi hiçbir zaman bitmiyor mu; hep “karanlığa zincirle mi
bağlı” gerçekten? Ya da şöyle soralım: Bir şairin sevdikleriyle meselesi hangi yaşa
gelirse gelsin, hiç bitmiyor mu gerçekten?
Dilersen işin psikoloji ilmini ,ilgilendiren tarafını Freud’a havale edip; biz şair-şiir tarafına
geçelim. Bir erkeğin babasıyla “meselesi” biter mi; siz sorunca veyahut vurgulayınca
düşündüm de bitmez galiba. Ancak erkek (çocuk) ve baba hattında erkeğin şair olması
“babayla mesele” bağlamında durumu değiştirmez diyelim, diyeyim; tek fark yazdığı için,
yazdıklarından bu konuya ilişkin sonuçlar çıkarmak, izler bulmak mümkündür.
Sanırım bir soru cümlesinin içinde kendi halinde durup duran “bir şairin sevdikleriyle
meselesi”nin altı çizilmeli.
Senin bu naif yaklaşımın ve de saygı-sevgi yüklü cümlen, (kendi payıma düştüğü kadarıyla)
bir an beni yüceltse de toplumun yarattığı şair karakteri veya kimliği gerçeklikten kopuk
olduğu için itiraz ettiğim bir mesele aynı zamanda. Yani şair “sevme sanatı”nda (ve de pek
çok benzeri “sanatta”) farklı biri değildir.

 

Şiirlerinizde “bir meselem olsun” hissiyatına kapılıyor musunuz? Buna hiç kapıldınız
mı? Yoksa şiirin zaten buna ihtiyacı olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Bizde “mesele” hep şiirin ayrılmaz bir parçası olarak düşünülmüş ve de genel kabul
görmüştür. “Mesele” derken de hep “büyük, olağanüstü, vatan kurtaran, halkı iktidara taşıyan,
yüce vb.” meseleler anlaşılagelmiştir. Şiirin meselesi ayrıdır diyelim ve yetinelim bununla

ama Sait Faik’ten belleğime çakılı kalmış olan “Otların yeşil olması, denizin mavi olması,
gökyüzünün bulutsuz olması, pekâlâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye?
Budalalık!” “Mesele” tanımının şiiri daha fazla ilgilendirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Ancak senin soruyu ilgilendirdiği kadarıyla şunu eklemeliyim: Şairin niyetinden bile bağımsız
yürür şiir. Böyle olduğu için yazmadan önce geliştirdiğiniz kimi “ön düşünceleriniz olsa da
“bir meselem olsun” diyerek yola koyulamıyorsunuz veya koyulamıyorum.

Son olarak bir soru sormak yerine; “Unutmama İmgesi” dışında söylemek
istedikleriniz var mı? Varsa onlara ayırmak istiyorum son soru hakkımı. Mesela belli
başlı dergilerde şiir ve dille ilgili yazılar yazdığınızı biliyorum. Zaten “Şiir ve Dil”le
“Şiirin Sözü” adında iki de kitabınız var bu konuda. Bunlarla ilgili bir şeyler eklemek
ister misiniz?
Evet, şiire ve dile ilişkin yazılar da yazmaya devam ediyorum bir yandan. Düzenlilik ve
sürerlilik bakımından önem arz ettikleri için, yayım kurulunda da yer aldığım Şiirden
dergisinde, “Şiir Belleği” bağlamında kendi kuşağımdan şairlerin şiirleri için yazdıklarımla
2009’dan bu yana Hürriyet Gösteri dergisindeki dil, biçim, biçem, imge vb. konular etrafında
dönen değinileri anmalıyım, anabilirim. Kitaplaşacak durumdalar ama, bakalım…

Güzel ve yararlı bir söyleşi oldu benim açımdan, size teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim…

Varlık, Eylül 2020