HALİM ŞAFAK
Ramis Dara, Metin Cengiz’in şiirinin geçirdiği dönüşüme vurgu yaparken “marş ile ilahi arasında ille de bu arada kalacaksak, seçimimiz birinciden yana olacaktır: İnsandan yana!” deme gereğini duyuyordu. (Adam Sanat, Ocak 1995) Metin Cengiz’in ilk dört şiir kitabını değerlendirirken benzer bir yargıya ben de varmıştım. (Yolculuk Şiire, 1995) Şimdi, bundan beş yıl sonra yaptığım değerlendirmeye baktığımda oradaki şematizmi kolaylıkla sezinleyebiliyorum. Şematizm, şiir değerlendirmesini ideolojik karşıtlık sorununa indirgediği için sonuç olarak değerlendirmeleri de böyle bir noktaya vardırıyordu.
İzleksel temeldeki eleştiri biçimlerinin beslediği bu yaklaşım kuşku yok ki hâlâ etkinliğini sürdürüyor. Nasıl ve neden anlatıldığından çok neyin anlatıldığının söz konusu edildiği eleştiri biçimi eleştirmeni tartışmalar konusunda bir netliğe götürmediği gibi, onu nesnellikten uzaklaştırıyor. İzleksel temeldeki bir eleştirinin gereksizliğini öne sürmeye çalışmıyorum. Yalnızca eleştirinin eksenine neyin anlatıldığının yerleştirilmesine olan itirazımı dillendiriyorum.
Öte yandan izleksel eleştirinin bizde başarılı örneklerinin bulunduğu iddiasında da değilim. Metnin ilericiliği noktasında gelişen yaklaşım sözcüğün tam anlamıyla izleksel eleştiri de olmayacaktır. Mistisizmi tartışma konusu ederseniz aşağı-yukarı bütün şairlerin şiirlerini yerden yere vurabilirsiniz. Aynı şeyi metafizik için de söyleyebiliriz. Bu bağlamda İhsan Deniz’in materyalist ve metafizik kulvarları ayrımı şairin hezeyanından başka bir şey olmayacaktır. (Gösteri, 203) Nerdeyse herkes istediği şairin şiirini bu anlamda kolaylıkla mahkum edebilir.
Benim de, Ramis Dara’nın da Metin Cengiz’in şiir konusunda benzer bir yanılgıya düştüğümüzü söylemeye bilmem gerek var mı? Yukarıda söz konusu ettiğim yargılamadan çok şiirin “yükselen değerler”le ilişkisini açmayı, tartışmayı düşünseydik tartışılması gerekli bir noktaya varabilirdik. Ama, öyle olmadı, olamadı. Ben de dahil olmak üzere hâlâ birileri benzer yargılarda bulunmayı sürdürüyor. Bunun bizi gereksiz tartışma noktalarına götüreceğini belirtmeme gerek var mı? Ben olmadığını düşünüyorum.
Neden derseniz, günümüzde ne bizim tartışmayı şiddetle istediğimiz şiirler yazılıp yayımlanıyor; ne de bu tür egemenlikçi eleştiri biçimlerinin etkinliği söz konusu. Sanıyorum günümüzde sosyalist gerçekçi bir şiirden ve sosyalist gerçekçi eleştiri biçimlerinden söz edemeyişimizin altında da bu yatıyor. Artık ideolojik karşıtlık dediğimiz şeyin içinde barındırdığı hiçbir anlam yok. Günümüzde bu temelde kümelenmeler pek söz konusu olmadığına göre genelle ilişkilendirilmesi mümkün değerlendirmelerden çok doğrudan bir şaire ve onun şiirine ilişkin çalışmalar yapmak daha yerinde ve anlamlı olur diye düşünüyorum. Zaten neredeyse şiirin bütün periferisinde etkisi gözlenen mistik ve metafizik öğeler bugün açısından kimi tartışmaları da gereksizleştirdi. Kaldı ki, çağcıl şiir ya da başka bir deyişle modernist şiir her daim mistik ve metafizik öğeleri bünyesinde bulundurdu. Geçmişten farklı olarak bugün, belki bu öğelerin şairleri etkilenme gücü daha fazla.
Kuşkusuz bu da şairin yalnızlığı ve yaşadığı dünyayla ilişkili. Günümüzde kimse yalnız olduğunu inkara kalkışmıyor, tersine kabullenip savunuyor. Kavramların günümüzdeki görünümü ve şairin konumu hamasi bir toplumsallık tartışmasını da ortadan kaldırmaya yetiyor. Herkesin içine düştüğü, bundan da pek rahatsızlık duymadığı ıpıssız bir boşluğundan başka hiçbir şey yok! Bu bağlamda kendini ya da yazdığını toplumcu göstermeye çalışmak düpedüz iki yüzlülükten başka bir şey değil. Bütün bu söylenenlerden sonra Dara’nın ve benim değerlendirmemi belki gerekli ama meramımı tam anlamıyla ifade edememiş vurgular olarak alıyorum. Çünkü, günümüzde şematizmle hiçbir şeyi açımlamak, açıklamak mümkün görünmüyor. Tersine bugünü anlamak için şematizmden öncelikle kurtulmak gerekiyor. Yıkıcı eleştiri, şematizmin bizde bıraktığı saplantılardan kurtulmaktan geçiyor. Ne var ki, geçmişi eleştirel olarak sorgulayıp, yargılayamamış bir eleştiri geleneğine sahibiz. O gelenektir ki, nesnel değerlendirmeleri imkansız kılıyor.
Şiir, hâlâ Üççiçek dergisiyle başlatılması mümkün bir süreci yaşıyor. Hâlâ 80’li yılların bize bahşettiği atmosferin içindeyiz. Söz konusu sürecin bütün olumsuzluklarına rağmen büyük ölçüde şiir adına, eleştiri adına olumlu dönüşümleri gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Bizde olağanüstü koşullar özellikle edebiyat bağlamında yeni dönüşümlerin başlangıç tarihleri de olmuştur. Kimileri o dönüşümü anlamada ve ifade etmekte zorlansa da, karşısında durduğunu belirtse de dönemlerin şiirdeki yansımalarının kimilerinin düşündüğü gibi olmadığı kanısındayım. Bütün bunlardan olağanüstü koşulları kutsadığım gibisinden bir anlamın çıkartılmasını istemem. Şu belirtilebilir: sanat/edebiyat dünyasının politikadan, politikayla ilişkiden kurtulduğu her dönem sanat/ edebiyat yapıtı ve onların irdelenmesi noktasında bu dünyaya geniş bir imkan sunmuştur. Sanatın politikanın mücavir alanı olmaktan sıyrıldığı her dönemin somutlaştırdığı sanat/ edebiyat dünyası buna örnektir. 80’lerin depolitizasyon süreci sanatın ve sanatçının politikayla ilişkisini gerilettiği için bugün sözkonusu ettiğimiz dönüşüm ve ivmeleşme mümkün olabilmiştir. Öte yandan depolitizasyon sürecinin ortaya çıkardığı sanat/ edebiyatın toplumsal özelliklerinin dönüştürücü yanının zayıf ya da hiç olmadığı gibisinden bir tartışmayı da bu çerçevede yersiz bulurum. Öyle olmamış olsaydı bugün birey eksenli bir toplumsallığın sözünü bile edemezdik.
Bugünün şairi ve şiiri ilgilendiren iki farklı boyutu var. Bunlardan birincisi teknolojinin insan üstündeki hakimiyeti, egemenliği, iktidarı –ki bunların yanına bilgiyi de rahatlıkla ekleyebiliriz- ikincisi ise bütün bunların sonucu gibi görülebilecek ütopyasızlık ya da geleceksizliktir. Bilgi ve teknolojinin iktidarı karşısında şair geçmişe sığınmak ya da bugüne bağlanmak gibi bir ikilemle karşı karşıya bırakılıyor. Geçmişe ve bugüne bağlanma söz edilebilecek bir karşıtlığı duyurmayı başaramadığı gibi şairi bugüne ekliyor, bağlıyor. Şair, kurtuluşu kendinin ve insanın geçmişinin köklerinde arıyor. Böylelikle de geçmişi ütopyalaştırıyor. Kimi şairlerse bununla da kalmıyor, bilgiyi yeniden yazıp üretiyor. Şiirinde bilgiyi hakim kılıyor. Oysa ki, Bachelard’ın belirttiği gibi şiirde bilgiden vazgeçme başta gelen koşuldur. Bilgi, şiirin kurtulması gerektiği safrasıdır.
Yenibütün’ün “Yenibütüncü şiir, geleneği de sırtlayan süreklilikte kendine birikmedir.” Öngörüsü ifade etmeliyiz ki katılımcı şairler için suya yazılmış bir düşünce olmaktan kurtulamadı. Yalnızca metin Cengiz’i katılımcı şairlerden ayrı tutmalıyız. Cengiz, Yenibütüncü şairler içinde gelenekle ilişki kurmayı sorun edinen neredeyse tek şair oldu, tek şair olarak kaldı. Onun şiirinin büyük ölçüde Yenibütünle başlayan dönüşüm süreci bana kalırsa Yenibütün Manifestosunun bu öngörüsünden beslenip, güç alıyor, temelleniyor. Hilmi Yavuz’un sözünü ettiği geleneğin içinden şiir üretmekle, geleneği dönüştürerek, ondan yararlanarak şiir üretmek ikilemi Metin Cengiz gibi şairlerin şiirleriyle ayrışma imkanını buldu.
Burada gelenekle ilişkiyi yalnızca biçimsellikle sınırlamıyor, biçimsellik olarak anlamıyorum. Sözünü ettiğim gelenek anlayışı daha çok biçim-öz ilişkisinde somutlanıyor. Biçimsel, dilsel ve özsel dönüşümler günümüz şairi için geniş bir hareket alanı sağlıyor.
Bu bağlamda Cengiz’in “1990’lar sonrasını oluşturan şiir de dahil olmak üzere halk ve divan şiirini de geleneğe ekleyerek, bütün bir şiiri kendine edinen” şairler saptaması öncelikle geleneğin kendi şiirindeki kuşatıcılığını göstermesi açısından önemlidir. Burada artık şu rahatlıkla söylenebilir: büyük bir şiir geleneğinin oluşturduğu şiir dili Cengiz’in şiirini biçimlendirdi. Bununla da kalmadı, Cengiz’in şiirinden tinsel bir atmosfer oluşturdu. Cengiz’in “Eşya hakkında bilgilenmeye başladığımız anda mistik olanın alanına gireriz: kozmik bağlamda ise melekhutuna ilgi duyarız (eşyanın) yani ulvi alemle ilgileniriz. Şiir ister istemez bu alanlara açıktır” demesi sanıyorum Cengiz’in şiirini okumada, anlamada izleyeceğimiz yolu da göstermiş olur. (Cumhuriyet Kitap)
Şairin şiiri açısından düşündüğümüzde bu dönüşmenin Şarkılar Kitabı’yla daha bir ivmeleştiğini söyleyebiliriz. (Papirüs, 1995) Şiirin mistik alana açıldığını görme şansına kavuşuruz. Yeni kitabı Gençlik Çağı’nda ise artık baştan beri belirtmeye çalıştığımız birikmenin sonuçları ortada duruyordur. (Yön, 1998) Bu bağlamda yeni kitabına ilişkin belirtecek olduklarımız şiir hakkında daha geniş ve kapsamlı açılımlara varmamızı kolaylaştıracak. Şiirin geniş bir özgürlük alanı olduğunu düşünerek tinselliğin burada belirginleşen görünümünü ve şiirlerinde yer alış biçimini saptamış olacağız.
Kitap, “gençlik çağı” ve “meseller” olmak üzere iki bölüme ayrılıyor. “gençlik çağı”nda kırkaltı, “meselle”de yirmidört olmak üzere kitapta toplam yetmiş şiir yer alıyor. Bu arada kitabın Yön yayınlarının son şiirleri dizisi içinde yayımlanmış olması Metin Cengiz’in şiir kitabının anlamına denk düşüyor.
Sanıyorum kitaptaki şiirlere geçmeden önce bir noktayı da açıklamak gerekiyor. Divan şiiri geleneği ve Hilmi Yavuz şiirinin (onun oluşturduğu tinsel atmosferini) bir kısım şairin şiirinin üstünde boyna yükselen bir hale gibi durmasının nedenini bulup çıkartmalıyız. Bu şairlerin Divan şiir geleneği ve Hilmi Yavuz şiiriyle ilişkisi daha çok biçimsel düzeyde görünmesine, öyle gösterilmesine rağmen aslında etkilenmenin kaynağında andığım tinsel atmosfer var. Hatta, Göçebe şairlerinin de benzer bir etkilenmenin içinde olduğunu düşünüyorum.
Bunları derken bu şairlerin özellikle Hilmi Yavuz şiirinden biçimsel alanda etkilenmediğini söylemeye çalışmıyorum. Böyle bir etkilenme zaten var, hatta bu etkilenmenin oldukça belirgin olduğu örnekler de mevcut. Bugün Aydın Afacan’ın ya da Vural Bahadır’ın yazdığı şiire baktığımızda bu biçimsel etkilenmeyi hemencecik görürüz. Ama öte yandan bir Osman Hakan A’ya, Haydar Ergülen’e, Metin Cengiz’e geldiğimizde ise bu etkilenme belirsizleşir, silikleşir.
Buysa bu şairlerin biçimsel etkilenmelerinden çok o tinsel atmosferin cazibesiyle, yine o tinsel atmosferi yansıtan şiirler yazdığını söylememiz demektir. Bu da büyük ölçüde doğrudur. Bir ucuyla bu etkilenmenin kaynağında Hilmi Yavuz şiirinin fazlaca öne çıkmış, çıkartılmış olması da vardır. Hatta Hilmi Yavuz’un da özellikle yazılarıyla bu etkilenmeyi çoğaltarak bu atmosferin etki alanını genişlettiğini belirtmek isterim. Bu, doğru mudur, yoksa yanlış mıdır, konumuz şimdi bu değil. Kaldı ki oradaki bağlanmanın son iki kitabına bakarak HilmiYavuz’u bir yerlere hapsettiğini iddia edebiliriz. Metin Cengiz’in şiirinin bu tinsel atmosferden etkilendiği söylenebilirse de birazdan aşağıda göreceğimiz gibi Cengiz’in şiirindeki tinsel atmosferin şairi vardırdığı nokta yazdıklarını Hilmi Yavuz’dan ve şiirinden ayrı tutmamıza yetecektir.
Söylememiz gerekiyor: Metin Cengiz’in şiirinin mistisizme açık bir yanı var. Kaldı ki şiirlerinde oluşturduğu atmosfer de bu mistisizmle kendini ifade etme imkanını buluyor. Crispin Sartvell’in de belirttiği gibi tinsellik kendimizi dünyadan koparma biçimlerinden biridir. Metin Cengiz’in Gençlik Çağı’na giren şiirlere baktığımızda ise tinselliğin ve tabii mistisizmin Crispin’in söylediğinin tersine yine Crispin’e başvurarak söyleyelim, dünyayla bir içiçeliği söz konusu. Bu bağlamda tinsellik ve mistisizm Cengiz’in şiirinde kendini daha fazla dünyanın içine sokuşla belirginleşiyor. “çağ kapkara bulutlar altında, bahçıvanım ki/ yenik düştüm” (gece yolcusu), “korku içinde diyorlar şehir, kapılar kapalı” (son sürgün), “terkedilmiş ne ağıt ne aşk şiirleri” (burada gururlu dağlarda hayat”, “ölüm binlerce adın var yurdumda) yalnızca bu dizeler bile Cengiz’in durduğu yeri göstermeye yeter.
Bir yandan Cengiz’in şiirlerinde tasavvurla her bir şeyi kendine maletme gibi bir düşünceyle karşılaşıyor olmamız şairin anladığı toplumsallığı gözleyebilmemizi sağlarken bir yandan da birey vurgusunu saptıyoruz. Bu yeni bir bakışla yaşanan dünyaya yönelmedir. Şiirin oluşturduğu tinsel atmosferde şair bu dünyayı kendi yaşıyor, bu dünyanın içinde birey ve insan olarak kendini tasavvur ediyor. Şiirinin mistik yanı ise bu dünyayı yine o tinselliğin bir sonucu olarak göstermeye çalışıyor. Şair, bunda da haklıdır. Bugün birey ve toplum olarak yaşıyor olduklarımız bir şekilde egemen tinsel atmosferin sonucudur. Belki de ancak böylesi bir atmosfer bugünü bu derece olağanlaştırabilir. Cengiz’in gençlik çağı o tinsellik içinde bile bir başkaldırının ip uçlarıyla doludur.
Tam bu noktada şairin kendisi ve gövdesi dünyadır, dünyanın gövdesidir. Şair, gövdesini dünyaya açar. “gövdem toprağa dua şimdi” (gövdem toprağa dua). “gövdem çölleşiyor kırılıyor cam” (sabotajlara imza), “gittikçe genişliyor gövdemdeki uçurum” (şeytan), “güneş susuzluk gibi sarmış bedenimi” (tutku), “şimşekler, acılar demek gövdeyi deşer” (direniş). Bunlar ve daha başka dizeler belki de geçmişe yönelme eğiliminin bir sonucudur. Ama, orda marazi bir geçmiş saplantısında çok bugünü ve geleceği imleyen bir tutum söz konusudur. Bu bağlamda şiirindeki mistik yan sanıldığının tersine bugünü sorgulamanın, algılamanın imkanlarından biri konumundadır. Şiirinin dili ve arkaik gibi görünen söylemi bir çağı yargılamanın zorunlu bir gereği gibidir. Şairin bir çağı yargılayıcı tutumu ister istemez böyle bir söylemi, biçimi doğurur. Kaldı ki şiirinin biçim özellikleri ve divan şiiri geleneğine yakınlığı da bu yargılamayla ilişkilidir. Ahmet Telli’nin ve daha başka şairlerin şairi dervişlere, meczuplara, yalvaçlara yakın görmesinin altında, yine şairi bilici ilan etmenin kaynağında bu yargılamanın oluşturduğu söylem vardır. Ne var ki, buna vurgu yapan şairlerin hepsinin de benzer bir düşünceden yola çıktığını sanmıyorum. Herkesin ifade etmeye çalıştığının bu olduğuna inanmıyorum. Şu mu söylenmeye çalışılmalıdır:şair bir bilici edasıyla koca bir çağı yargılamaktadır. Belki de!
Acaba bu Cengiz’in anladığı biçimde şairin gençlik çağı mıdır? Cengiz: “ben gençlik çağımdaki şair, toprağa/ kupamdaki şarabı serpeceğim, göğün/ ve şiirin bereketini sunmak için halklara” (gençlik çağı) demesi bir yüzyılın sonunda şairin duruşunu ve durduğu yeri, tutumunu mu yansıtmaya çalışmaktadır? Bundan şair duruşunu ve durduğu yeri gözden geçirmeli, kendine yeni bir yer, tutum edinmelidir anlamını mı çıkarmalıyız? Galiba, öz olarak Cengiz’in asıl meramı bu, ya da ben öyle anlıyorum. Geride bırakılan bir yüz yıl ve gelmekte olan yeni bir yüz yıl karşısında şair dünyada yerini arıyor, kendine yeni bir yer edinmeye çalışıyor. Böylesi bir çabaysa belki de kendi dilini oluşturuyor, şairin kendine bilici demesine ve öyle davranmasına izin veriyor.
Kaldı ki, Cengiz’in şiirleri içinde gezinmeyi sürdürdükçe kendini dünyaya açan, kendini dünya yerine koyan bir şairin geride bıraktığı çağ karşısındaki durumunu irdeleyen şiir ve dizelerle bolca karşılaşıyoruz. “sevgilim bizi sabah çağında arıyorlar” (oyun bitti, sustu sırtlanlar), “titriyor yaşlı dünya, yaşıyor yazgısını” (son sürgün), “dünyaya soykırım girdabına koşuyor” (günümüze ağıt), “dünya acıyı deniyor” (acı meseli). Şair koca bir çağ, koca bir yüzyıl ölümün ve acının miladıdır. Yalnızca bir tek harf olan insanın acı tarihidir. Kendini kendine merkez edinmiş insanın gövdesinin, taşı deneyen şairin, en büyük yolculuğu hep içine olan şairin bir çağı yorumu, bir çağı ipte sallandırmasıdır.
“gençlik çağı” bu anlamda şairin şiiriyle çözdüğü düğümdür. Yenik düştüğü bir savaştır. İşte tam orada sözün saçmalığını tartışanlara, söz bitti diyenler, “(sözün sonu yoktur diyor düzen kaçakları)” dizesiyle karşı çıkan Metin Cengiz’dir. (isyan) Bütün şiirler netameli bir ülke için yazılmıştır. Dizeler idam edilmelidir. Mürekkebi hazla yalayan bütün şairler asılmalıdır!
Baştan beri belirtmeye çalıştıklarımızdan sonra vardığımız yer neresi olacak peki? Şimdi ona gelelim.
Metin Cengiz, gençlik çağı’nda kendi ifadesiyle varolan şiir anlayışlarının hepsini aynı hamurda yoğurarak kendi şiirini ortaya çıkarıyor. Biçimsel, söylemsel, izleksel etkilenmelerin temelinde hep bu bireşim var. Ne içerik tamamıyla gözardı edilmiş ne de biçim tamamıyla öne çıkarılmış gençlik çağı’nda. Kuşkusuz şiirlerinde divan şiirinin, şairinin bildik edasını, tavrını yer yer yakalama şansınız var. Ama geleneğin modern şiirler kurduğu ilişki o tavrın başat öğe olarak şiirinde durmasını büyük ölçüde engelliyor. Belki de temel izleklerin, içeriğin oluşturduğu bir biçimin, şiir söyleminin baskınlığından söz etmemiz gerekiyor. Bir şair bir çağı belki de ancak bu dille, söylemle anlatıp yargılayabilir. Sanıyorum gençlik çağı’nın temel sorun kabul ettiği de bu. Kaldı ki kitabın adının gençlik çağı olması da şiirine tarihsel bir anlam yüklemesini sağlıyor. Gençlik çağı bu noktada koca bir yüzyılın tanıklığı kadar yeni bir yüzyılın beklentisini dillendiriyor, yeni bir yüzyıl için düşler kuruyor.
Her ikisinin yarattığı tinsel atmosferse şairin bir bilici gibi davranmasını sağladığı gibi şiirdeki mistik alanın dönüşebileceği yeni biçimlere vurgu yapmayı başarıyor. Bugünün dünyasının kendisinin oluşturduğu tinsel atmosfer bir ucuyla yine kendisini yargılar konuma geliyor. Bu noktada gençlik çağı’nın şiirdeki mistik yönelimler konusunda oldukça farklı düşünceler ortaya çıkaracağını düşünüyorum. Şairin kendi dünyasını buna bağlı olarak kendi tinselliğini araştırması sonuçta kendi biraz daha dünyayı araştırması demektir. Bunun da yeterince önemli olduğunu düşünüyorum.
Metin Cengiz’in “ben kendimi tırnak içine alıyorum” dizesini tersine çevirerek Cengiz’in şiirini tırnak içine alıyorum! “Şimdi öyle sessizim ki/ tutukluk yapan tabancaymış demek”!
“Metin Cengiz’in Gençlik Çağı’nın Anlamı”, Kavram Karmaşa, 1999 sayı 12