Antolojiler Üstüne/Metin Cengiz

Antolojiler Üstüne/Metin Cengiz

Son dönemde antolojiler yine gündeme geldi. Bu sebeple Metin Cengiz’in konu hakkında yazmış olduğu  yazılardan bazılarını paylaşmakta yarar görüyoruz.

ANTOLOJİLER ÜZERİNE NOTLAR

Son günlerde antolojiler yeniden gündeme geldi. Kimi gözden geçirilmiş, eklerle ilk baskılarından oldukça farklılaşmış antolojiler kadar, ilk basımları çıkan antolojiler de gündemin oluşmasında etken oldular. Gerçekten de Türk edebiyat tarihinde özellikle şiir üzerine hazırlanan antolojiler şiddetli tartışmalara yol açmıştır. Hazırlanan bu antolojiler üzerine yapılan tartışmalarda en çok ileri sürülen ise, bu antolojilerin gündemi yansıtmadığı, bazı şairlere haksızlık yapıldığı olmuştur. Edebiyat dergileri doğrular kadar yanlışlar da içeren, ancak olumlu bir sonucun alınamadığı ve sonu kısır polemiklerle biten bu tür yazılarla doludur.

Öte yandan, dergilerde sık rastlanan, olumlu olumsuz, sonuç alınsın alınmasın, yapılan bu tür tartışmalar, bu antolojilerin ne denli önemsendiği, bazı antolojilerin dikkati ne denli üzerlerine çektiği kadar hazırlayanlar açısından antoloji hazırlamadaki genel bir savrukluğu, anlamsız ve “ben“istediğimi yaparım” anlamına gelen aşırı öznel bir davranışın yerleşikliğini de gösterir. Bir de buna ticari kaygılarla, gerekli bir ön çalışmanın yapılmadığı, derme çatma, eşe dosta danışılarak yapılan antolojilerin getirdiği karmaşa eklenince, işler içinden çıkılmaz bir görünüm almaktadır. Herkesin oluşmuş beğenisi doğrultusunda kendi şairlerini seçebileceği, bir de buna genel kabul görmüş şairleri ekleyince ortaya çıkacak bir yapıtın antoloji olarak basıldığı düşünülürse[1]… İşler iyice üzerine gidilemez bir durum göstermektedir. Özellikle de antolojinin yazınsal alanın herhangi bir dalında, o dalı tanıtmak, sevdirmek için bir seçki olduğu, bunun da çeşitli yöntemleri ve amaçları olduğu göz önüne alınırsa.

Merkeze İtirazların Bu Karmaşadaki Yeri

Antolojilerin artmasında ticari boyutlar kadar, yapılan itirazlardan yola çıkarak, hatta bu itirazlar göz önüne alınarak hazırlanan antolojilere, yapılanların belli bir bakışı yansıttığından hareketle reddedilmesi sonucu yine belli bir görüş odağından bakılarak, diyelim siyasi kaygıları öne alarak yapılan antolojiler furyasını eklersek, olayın iyice karmaşıklaşmasının nedenleri daha bir belirginleşir. Özellikle de edebiyat merkezlerinin büyük kentlerden çevre illere yayılması, edebiyatın bu illerden de beslenmesi olgusu, merkeze haklı haksız, yerli yersiz, itirazları büyütmüş, bu olgu sonuçta kendi antoloji anlayışını da doğurmuştur. Hazırlayıcıların bu işte ne denli yetkin oldukları ise elbette aranmamıştır. Bir ilk örnek yeterli görülmüş, hatta kimi antolojilerdeki seçkiler bile aynen tekrarlanmıştır. Denecek ki, antoloji hazırlama hakkının yalnızca merkezdekilerin (İstanbul, Ankara, İzmir) elinde olması öneriliyor. Böyle bir gerekçe olsa olsa eleştirilerimize muhatap olan antolojilerin hazırlanma gerekçelerini haklı göstermek için ileri sürülebilir. Devam edersek, işin boyutu özensizlik, ticari kaygı, gerekli donanımdan yoksun oluş, eş dost yönlendirmesinin ağır basması vb. gibi saiklerle iyice büyümekte, sorun çözülemez bir duruma gelmektedir.[2] Antolojinin konusunu sınırlamadan, ya da amacını iyice belli etmeden, bütün bir Türk şiirini temsil etme boyutunda hazırlanması ise sorunun iyice karmaşıklaşmasındaki başlıca etkendir.

Postmodernist bir durumu doğrulayan yeni merkezlerin doğmasının, merkezin parçalanmasının, yetke sahibi olduğu ileri sürülen edebiyat adamlarının artık pek fazla önemsenmemesinin (!) bu olgudaki payının ne olduğunu ise, elimizde belli bir araştırma olmadığı için bilmiyoruz. Ancak bu olguların payının olduğu kaçınılmaz. Edebiyat adamlarınca, günün sağlıklı bir değerlendirmesinin yapılamamasının getirdiği olumsuzlukları da unutmamak gerekir.  Bu olgunun altında ise bir çok neden yatmaktadır: merkez parçalanması sonucu şiirin iyice yaygınlaşması, şiir yazan şair sayısının artması, işin güçlüğü, takip edip sistemli bir değerlendirmeye tabi tutamama vb.. Sonuçta ise kimi yakınların korunduğu gibi  bir hava doğuyor, ya da gerçekten böyle oluyor; genel kirlenme edebiyata da yansıyor, hatta kimi kırgınlıklar, kişisel ilişkiler, çekemezlikler etkili oluyor. Böyle olunca da güvensizlik her şeyi ve herkesi haklı konuma getiriyor.

Siyasi İslamcılık ve Yansıması

Sosyalist ülkelerde bir çok soruna bağlı kapitalist üretim ilişkilerine geri dönüşün yaşanması olgusuyla birlikte, geri kalmış ülkelerde doğan siyasi boşluk, bir anlamda da mabetleri boşaltan ve meydanlara çıkan kökten dincilerce dolduruldu. Hatta bu durum kimi gelişmiş kapitalist ülkelerde de görüldü. Siyasi güçlerini halktan değil de Tanrıdan aldıklarını söyleyenler vasıtasıyla,Tanrının elinden alınan yetkeyi yeniden Tanrıya verme savaşı doğdu bir anlamda. Aslında bu olgunun altında sosyalist ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkeler karşısında bir karşı güç oluşturdukları dönemde, kendi ülkelerinde halkı tarikatlara yönelterek kontrol etmek; geri kalmış ülkelerde ise, özellikle de S.S.C.B.’ye yakın ve komşu ülkelerde, ılımlı bir dinci kuşağa yönetimleri devrederek, buralarda varolan, veya olması muhtemel S.S.C.B. etkinliğini kırmak politikaları yatıyordu. Bu politikalar doğrultusunda ülkemizde de bir yeşil kuşak politikası izlendiğini, özellikle de 80 sonrası politikalarla siyasi İslamcıların devlet eliyle güçlendirildiği, iktidar için alternatif olarak düşünüldüğü, herkesin bilgisi dahilindedir.[3]                                             

Kökten dinciliğin gelişmesiyle birlikte, bu anlayış kendini hayatın her alanında ifade etmeye başlamış, bu ifade ediş edebiyatta da yer bulmuştu. Her ne kadar bu doğrultudaki dergicilik daha gerilere götürülse de, kopuş şimdiki denli radikal yaşanmamıştı. Daha düne kadar, farklı görüşten şairlerden de şiir yayınlayan bu tür dergiler, şimdi tam anlamıyla kendi içlerine kapanmış durumdalar. Sanki sınırları ayrı bir ülke söz konusuymuşçasına kökten dincileri destekleyen, ya da hoş gören şairlerin, yazarların yazdığı dergiler söz konusu. Bu dergilerde siyasi yazıların daha ağırlıklı olduğunu eklemeye gerek bile yok. Bu siyasi bakıştan ülkemiz edebiyatıyla ilgili değerlendirmeler, geçmişe bakışlar ve böylece kendi anlayışları doğrultusunda bir tür resmi gelenek oluşturma gayretleri arttıkça siyasi yazıların daha bir azaldığını söyleyebiliriz. Ancak, bu tür ideolojik gayretlerin, edebiyatımız açısından geçmişte de bugün de olumlu sonuçlar yaratmadığını eklemek gerekir.

Özellikle, bir milat olarak değerlendirilmesi gereken 2 Temmuz Sivas kıyamından sonra, yazılı olarak bu kıyamı lanetlemek bir tarafa haklı göstermeye çalışan bu kesime daha radikal bir tavır alış egemen olmuştur. Dahası, siyasi İslamcılara karşı, düne kadar yazılanların estetik boyutu açısından takınılan bu tavır, ayni kesimin radikal ve kıyıcı tavırları yüzünden bugün top yekun bir karşı tavra dönüşmüş durumda. En azından demokrasi, laiklik[4],  vb. gibi savunulan değerler açısından bu böyle.

Yeniden antolojilere gelirsek, siyasi İslami kesimin soldan  kendini kabul ettirmiş şairleri de aldığı antolojilerin daha çok kendi çıkardıkları yayın organlarında ürün yayınlayan insanların şiirleriyle dolu olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bu kesim tarafından yayınlanan bir antolojiye bakmak bile bu gerçeği görmeye yeterli. Antolojilere alınan bu kişilerin çoğunun şiire hevesli kişiler olduğunu, bir süre sonra şiiri bıraktıklarını söylemek bile fazla. Dahası, ideolojik kaygılarla hazırlanan bu antolojilerin Türkiye’nin şiir fotoğrafını tam çekemediğini belirtmek gerekir.

Konulu Antolojiler

Tam da bu noktada bu türden yanlış uygulamalara uygun bir zemin hazırlayan konulu antolojilere değinmek gerekiyor. Son dönemde çıkan antolojiler arasında öznelliği had safhaya vardıran bir olgu yaşandı. Bu da konulu antolojilerin yaygınlaşmasıydı. Diyelim bir “Aşk Şiirleri” antolojisi ya da “Doğa Şiirleri” antolojisi hazırlanıyor. Şairler listesinin artık tamamiyle hazırlayanın keyfine kaldığını söylemek bile gereksiz. Hoşlanılmayan adları dışarda bırakmak kolaylaşmıştır. Sevdiğiniz, birlikte oturup içki içtiğiniz, arkadaşlık duygularınızın ağır bastığı, birlikte yola çıktığınız isimler, “Efendim, bu konulu bir antoloji. Tamam, bu adamın diğer şiirleri söylediğiniz gibi zayıf. Ama şu şiiri çok güçlü bir aşk şiiri. Bunun alınmasında bir beis yok.” gibi ya da benzeri gerekçelerle konulu antolojilere daha rahat girmektedir. Gerçekte de böyle olabilir. Böylesi istisna şiirler her zaman vardır. Ve bu türden istisna şiirlerin alınmasında fenalıktan çok yarar vardır. Çünkü burada önemli olan o şiirin unutulmasını engellemek, bilinmesini, yaygınlaşmasını sağlamaktır. Ancak, bu türden uygulamalar inandırıcılığını yitirecek kadar çoğalmışsa altında başka gerçekliklerin aranmasında yarar var. Türk şiirini temsil etme yetkesine ulaşmış bir şairi almak yerine, bir şiirinden yola çıkılarak bu temsiliyet hakkına sahip olmayan isimlerin farklı kaygılarla antolojilere alınması, işin altında yukarıda açıkladığımız türden yakınlıkları anımsatmaktadır.

Son dönemde hazırlanan konulu antolojilere bakılırsa[5], öznelliğin ne denli arttığı görülür. Öyle ki şöyle sözler de edilmektedir: “Hazırlayan benim. İstediğimi yaparım. Alırım almam, bu benim sorunum.”

Burada, gerçekten de kabul edilmiş olan bir şairi şu ya da bu nedenle antolojinin dışında bırakarak, ya da yerini sınırlı şiirle daraltarak bir çeşit cezalandırmaktan da söz edebiliriz. Bunun altında hangi gerçeklik yatarsa yatsın, nesnel ölçütlerden uzaklaşmak, böylece de Türk şiiri fotoğrafını eksik, yanlış çekmek, ya da yanlı göstermek gibi bir takım sonuçlara yol açıldığı için, sonuç önemlidir. Bu olguyu da siyasi, ekonomik, dolayısıyla toplumsal çürümenin, yozlaşmanın edebiyat dünyasına yansıması olarak yorumlamamak için herhangi bir gerekçe de yoktur. Çünkü sonuçları bakımından vahimdir.

 

Öznellik-nesnellik

Antolojilerin genellikle öznel bir bakışla hazırlandığı kabul edilir. Ancak, bu öznelliğin kişisel bir beğeniyi, yorumu, süzgeçten geçirmeyi içerdiği kadar, genel geçer olan ve gerçekliği temsil edebilen bir nesnelliği de içerdiği unutulur. Yani, öznel bakışın, kişiye rahat at oynatabileceği bir meydan bırakabilecek denli keyfi davranışlara zemin hazırlayıcı bir öznellik olmadığı gözden kaçırılır. Aslında, “bir çeşit kendin pişir kendin ye” sayılabilecek olumsuzluğa örnek diye verdiğimiz öznel davranışın bile, kendi bakışını egemen kılmak doğrultusunda bir ortam yaratmak amacıyla bir çeşit nesnellik olduğu bilinmezlikten gelinir. Öznel bakış öyle bir nesnelliktir ki, öznel yanın, yüksek bir beğeniyi yansıttığı, muazzam bir kültürel birikimin sonucu ortaya çıktığı, temsiliyetin hakkını koruduğu, her türlü kişisel duygulardan arınmış olduğu, ulusun yüksek çıkarlarını geliştirmek, daha ileri götürmek için çok gelişkin bir görev bilinciyle donatılmış olduğu, ne denli vurgulansa azdır. Böylesi bir öznelliğin küçük-büyük kişisel çıkarlardan zerre kadar etkilenmeyeceğini, kişisel duygulardan arınmış olduğunu, arkadaş vb. gibi kavramların yapılan işe sızmasını önleyecek bir yetkeyle güçlendirilmiş olduğunu söylemek bile gereksiz.

Peki öznellik bilinçli ve yüksek beğenili bir nesnelliği gerektiriyorsa, nesnellik ne? Nasıl nesnel olunur?

Şimdiye değin bir antolojinin nasıl olmaması gerektiği konusunda konuştuk. Verdiğimiz bilgiler ışığında şimdiye değin hazırlanan antolojilere bakıldığında her antolojinin farklı kaygılardan beslenen yanlışlıkları içerdiğini görürüz. Oysa bir antoloji hazırlayıcısına öncelikli olarak düşen görev, kamuoyunda kabul görmüş şairleri iyi seçmek, bu konuda isabetli davranmak için şairleri, haklarında yazılan yazıları iyi takip etmek, temsiliyet hakları olup olmadığını araştırmak, yazılı kuralları, üye kayıt defteri olmayan ancak bütün şairlerce üyeleri bilinen “şairler loncası” tarafından kabul görüp görmediğini bilmek düşmektedir. Geçen zaman içerisinde, kimlerin daha geniş bir antoloji içinde yer almak için geriye itildiğini, kimlerin öne geçtiği gibi konular da önemlidir. Sonrası, şairden alınan şiirlerin o şairi yansıtıp yansıtmadığına dikkat etmek, varsa dönemleriyle aktarmaya çalışmak, şairlere ayrılan sayfaları bu türden kaygılara göre ayarlamak gibi bilgiye dayanan işlerden oluşur. Hazırlayıcının birikimi, bilgisi, şiir beğenisi hazırlanan antolojide ayrıca rol oynar. Bütün bunlar antolojinin nesnel yanını oluşturur. Beğenmesek de, kişisel garazlarımız olsa da, bu tür duyguların nesnel tutumu etkilemeyeceğini söylemiştik. Eğer bir şair, dönemin, diyelim 1970 dönemi şiirinin temsilciliği gibi bir hak kazanmışsa, 1970 dönemi şiiri denildikte o şairin adı geçiyorsa, bu şairi almamak, ya da alıp sayfa sayısını kısıtlı tutmak, ama bir başkasına onun üç dört katı yer vermek, hele sözü geçen şairin gelişimi verilemiyorsa, nesnel ölçüler açısından olumsuz tutumdurlar. Öznel değerlendirmeyle de bir ilgisi yoktur. Şimdiye değin hazırlanan antolojilere bu gözle bakılırsa, çoğunun antoloji adına layık olmadığı da görülür. Çoğu genellikle ya şiir yazan her ismin yer aldığı bir derleme, ya da şiir tarihi açısından değer taşıyabilecek bir çalışma. Kimden niye şu kadar şiir alındığının kesinlikli bir ölçüsü dahi yok. Arkadaş, hısım akraba kayırmacılığı had safhada. Birlikte dergi çıkarmak, kimi zorluklara birlikte göğüs germek, dönem arkadaşlığı, birlikte yola çıkmak, masa arkadaşlığı hemen gözüküyor. Bütün bunların yanında içki arkadaşlığının, dava arkadaşlığının, siyasi ölçülerin de büyük ve inanılmaz bir payı var.  Bu bağlamda son dönemde çıkan ve oylumu, kağıdı, resimleriyle dikkati çeken Abdullah Özkan ve Refik Durbaş tarafından hazırlanan “Cumhuriyetten Günümüze Türk Şiiri Antolojisi”ne  bakabiliriz.

Gerçekten de son dönem genç şairlere kadar bir çok ismi kapsayan bu antoloji ilk bakışta insanın dikkatini çekiyor. Bir karşılaşmamızda, son ciltte yer alan şairlerin listesi gösterildiğinde kimi isim ve adresleri, nasıl ulaşılacağı konusunda kendisine bilgi verdiğim için Abdullah Özkan tarafından yazılan önsözde bir teşekkür aldığım bu antolojiye dikkatle bakıldığında birçok kaygıyla hazırlandığı hemen görülüyor. Adıma, verdiğim bilgilerden dolayı teşekkür edilmesi elbette bir incelik. Ancak, bu incelik için teşekkür edilir.

Öncelikle bu antolojinin bir çok bakımdan imrenilecek çabalar sonunda gerçekleştiğini söylemek gerekiyor. Örneğin, kağıda, resimlere, resimlerin bulunmasında gösterilen çabaya, basımına verilen emeğe, tekniğine, ilk defa görüntülü bir antolojinin masraftan kaçılmadan gerçekleştirilmesine diyecek yok. Şiir seçimleri de dikkate değer.[6] Ancak, dikkat edilirse bütün bunlar, yayıneviyle ve bütün bu düşünceleri ortaya atıp sonra gerçekleştiren editörle ilgili. Burada Abdullah Özkan’ın çabaları gerçekten kutlamaya layık. Ancak işin üstesinden gelinememiş. Antoloji içerik olarak, çabaların ötesine taşmış. Adam kayırılmış. Bir ilkeye dayanmaksızın sayfa sayıları önemli görülen (!) şairlere eşit sayıda ya da istenilene bolca ayrılmış. Eğer amaç, şiir yazan her kese yer vermekse, o zaman bunun da yolu yöntemi doğru hesap edilmeliydi. Öncelikle temsiliyet  hakkına sahip olanlar iyi seçilmeliydi. Şiir sayısı şairi doğru ve somut biçimde yansıtmak gibi nesnel nedenlere dayandırılmalıydı[7], hazırlayıcıların duygularının rol oynadığı yanlış öznel değerlendirmelere değil.[8] Bunca yakınlıktan, ilgiden sonra, bu yazıyı yazmak kolay değil, ancak yazmamak da kolay değil.

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra, örnek bir antoloji olarak nitelendirilebilecek olan Mehmet Fuat’ın “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi”ne bakabiliriz. Bize göre de belli bir bakışın odağından hazırlanmış, yüksek bir beğeniyi yansıtan, şairlerin temsiliyet güçleri ve şiirler alınırken şairlerin gelişme çizgisiyle dönemleri gözetilmiş olan bu antolojinin[9] esas olarak eleştiriye değer tek ve önemli tarafı, son dönem şairleri hakkında yazılanlar ile bu şairlere karşı takınılan olumsuz tavır. Kimilerince Nâzım Hikmet’e çok sayfa ayrılmasının eleştirisine ise biz olumsuz bakıyoruz. Çünkü, Nâzım şiirlerinin gelişim çizgisi gözetilince bir o kadar şiirle temsiliyeti zaten hak ediyor. Bir dönem alınmayan günümüzün kimi şairlerinin son baskıda alınmasına gelince… Bu şairlerde bunca yıl büyük bir değişiklik olmamasına karşın son baskıda alınmaları, mantıken açıklanması güç olsa da yazarın bakışının zamanla değiştiği gibi olumlu bir işaret olarak görülebilir. Vasfi Mahir Kocatürk’ün bunca beklendikten sonra alınmasını bu olumlu bakışla nitelemek zor olsa da. Ancak…

Evet. Ancak, son dönem şairleri hakkında söylenilenlerin eleştirisine gelince… Öncelikle şairlerin çokluğu öne sürülerek, daha dün şiire başlamış, ya da adları henüz kabul görmemiş, şiiri temsiliyet hakkını alıp almadığı kuşkulu olan bir çok şairin, şiire emek vermiş, adlarıyla bir dönemi akla getiren, Türk şiirinde saygıyla anılan birçok şairle bir tutulması.  Burada bir tarafgirlik görmemek hemen hemen olanaksız. Daha dün şiire başlayanla yirmi yıldır yazan, gelecekte yazmayı devam ettireceği kesin olmayanla, Türk şiirinde kendine belirli bir yer açmış olan aynı kefeye konmuş. Hepsi son dönem şairleri gibi belirsiz bir nitelemeyle adlandırılmış. Böylece son dönem gibi belirsiz ancak özenle seçilmiş bir nitelemeyle, ellili yaşlarını sürdürenle, daha ilk kitabını çıkaran şair yan yana getiriliyor. İkinci olarak, hiçbir esaslı nedene dayanılmaksızın, yalnızca okurunu oluşturmak gibi tartışmalı[10] bir nedenle yalnızca dört şairin adı veriliyor, diğerleri, yani dergide adları sayılanlar, “iyi” şairler arasında bile anılmıyor, sonradan gelen tepkiler üzerine adları sayılan şairler ise “anılması gereken”,  “saymakla bitecek gibi olmayan” şairler arasında görülüyorlar. Bu isimlere başkalarını da ekleyebilir Memet Fuat. Ancak “saymakla bitecek gibi değil” sözleri hoş değil. Sorun sayının çokluğu olabilir mi? Elbette hayır. Söyleyişteki küçümseyici hava görülmeyecek gibi değil. Kaldı ki, şairlerin sayılarının çokluğuna ancak sevinilir. Adları severek sayılır. Adlarını anmamak için çoklukları gerekçe gösterilemez. Bir ülkede şair, bilim adamı, düşünür, yazar sayısının artması ne zamandan beri yakınılır bir olgu oldu? Nitekim, “Şiir kamuoyunun nicedir bir eleme yapamadığı”sözleri gibi gerçekçi olmayan yargılarla[11] şair sayısını arttırmaktan yana gözüküyor  Memet Fuat. Aynı mantıkla, kendi antolojisinde  yer alan isimlerin çokluğu eleştiri konusu yapılabilir. Hatta şiir kamuoyunun bu şairlerden bir çoğu için nasıl bir eleme yaptığı belirsizleşir. Giderek şiir kamuoyunun kendisi de. Tam da burada kamuoyunun yalnızca N. Hikmet, O. Veli, Özdemir Asaf okuduğunu anımsayalım.

Öte yandan, eleme yapması gerekenlerden biri de kamuoyu adına kendisi değil mi? Hatta yıllardır şiir kamuoyunu oluşturan etkin isimlerden biri Memet Fuat değil mi? Eleştirmenin görevi şiir kamuoyunu oluşturmak değil mi? Biz buna aşağıda yapacağımız alıntıya uyarak evet diyoruz.[12] Son dönem şairlerinin isimlerinin böyle uluorta bir karmaşa içinde verilmesinin ise doğru olmadığını ve böylesi bir veriş şeklinin kendisinin şiir kamuoyunu bu şairler için olumsuz anlamda etkileme anlamına geldiğini düşünüyoruz. Çünkü, biraz ileride, “Oysa şiir dünyasını ayağa kaldırmak için bunca şaire yetecek sayıda öznel eleştirmen gerekli.” sözleriyle bizzat Memet Fuat, eleştirmenlerin şiir dünyasını ayağa kaldırabildiğini, kaldırdığını vurguluyor, kabul ediyor.  Yine bu sözler bir paragraf yukarıda alıntıladığımız “Şiir kamuoyunun nicedir bir eleme yapamadığı” şeklindeki sözlerini kendisi olumsuzluyor. Demek ki yeterli eleştirmen olsa şiir dünyası ayağa kalkacak. Şu “öznel” sözü de herhalde her şairin ancak bazı çevrelerce kabul edildiği gerçeğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Bu da kamuoyunun kimseyi haklı kılmadığının göstergesi mi? Yani kamuoyu herkesin oyuysa, şiirde geçerli olmadığını mı?

Memet Fuat’ın son dönem şairlerini sevgi ağırlıklı bir duyarlıkla değerlendirmediğini söyledik. Hatta bu şairleri anlama çabası göstermediği de söylenebilir.[13]  Kimi sözlerinden bu şairlerin bir tür yargılandığı da çıkarılabilir[14]. Örneğin, şöyle diyor Memet Fuat: “Son dönem şairlerimizin bazıları hırçınlıkları, sözünü sazını bilmezlikleriyle eleştiriyi şiir alanından uzaklaştırdılar. Eski eleştirmenleri bezdirdiler, yeni eleştirmenlerin ise yolunu tıkadılar.” Bu sözlerde gerçek payı elbette vardır. Ama biraz da eleştirmenleri kayıran bir değerlendirme gibi geliyor bana. Eleştirmenliğin zor bir iş olduğu bilinse de, gelecekte eleştirmenlerin görüşlerini tabu haline getirebilecek böyle değerlendirmeler sakıncalıdır da.

Hemen, geçmişte, bir çok şairin eleştirmenlere karşı daha acımasız davrandıklarını, olumsuz eleştirilere çok sert cevaplar verdiklerini anımsatmak istiyorum. Dergiler, gazeteler böylesi haberlerle, tartışmalarla doludur.[15] Yine Cemal Süreya “Eleştirmen” adlı yazısında birçok ressamın görülmezlikten gelindiğini, edebiyat alanında da aynı duruma tanık olunduğunu söyleyerek eleştirmenlerin haksızlığına değinir. Bizce 80 sonrası şairleri böyle bir haksızlıkla karşı karşıyadır. Türk şiiri tarihinde  çokça tartışılmış, hatta belli sonuçlara bile varılmış  şiirde anlam-anlamsızlık gibi konuların habire ısıtılıp yeniymiş gibi gündeme getirilmesi  de bunun göstergesidir. Gelelim kimi şairlerin hırçınlıklarına… Aksine, 1980 sonrası şairlerinin eleştirmenlere karşı çok daha büyük bir saygıyla davrandıklarını söyleyebiliriz. En azından geçmişe sahip çıkılması, geleneğe ilk defa bunca önem verilmesi de bunun kanıtlarındandır. Eleştirmenlere yönelik eleştirileri ise, eleştirmenlerin top yekun görmezden gelme tutumlarına karşı haklı bir tutumdur.

Yeniden eski döneme doğru bir yolculuk yapıp diğer şairlerin yazdığı yazılara hiç başvurmadan[16] Cemal Süreya’dan yardım alarak tartışmaya devam edelim. Şöyle diyor “Eleştirmenler”* adlı yazısında:  “… yeni ve güçlü eleştirmenleri… görmek için daha bekleyeceğiz galiba.”  Ve şu yargıyla bitirir uzun sayılabilecek yazısını, eleştirinin o günkü durumunu somutlayarak: “Aramızda ayrımlar olacaktır. Ama değerin bunca alacakaranlığa, bunca belirsizliğe, bunca çelişkiye gömüldüğü bir ortamda eleştirinin iyi işlediği söylenemez.” Yazının devamında ise işlerin iyice karıştığını vurgular.[17] Bu yargıların bugün çok daha keskin bir şekilde gerçekleştiğini unutmayalım. Bunun bir nedeninin de sözünü sazını bilmezlik değil de kimi çevrelerin 1980 sonrası şairlerine, en küçük bir yakınmada bile acımasızca davranıp, onların hak arayan, görülmeyi, söz edilmeyi işaretleyen isteklerine bile sırt çevirmeleri, ortamı istedikleri gibi oluşturmak doğrultusunda çaba göstermeleri ve böyle davranmaları olduğunu söyleyelim. Bu şairler tarafından yazılan şiirlerin bütün bir Türk şiiri geleneğinden süzüldüğü görülmezden geliniyor.

Şu geçmişteki usta şairlere bir baktıkta, doğrusunu söylemek gerekirse, şairin azlığının bir çok ismin girmesi için bir gerekçe olduğunu söylememek, doğru bir tavır gibi gelmiyor bana. Bugün ise. Şair sayısı denildiği gibi çok da olsa, bu bir olumsuzluk değil. Sevinilecek bir olgu olmalı. Eğitim, duyarlık, ilgi düzeyi arttıkça şair sayısı da artacaktır elbette. Ve şiir de çeşitlenip gittikçe gelişecektir doğal olarak. Bunu engelleyen tek olgu ise çağımızın özelliklerinin insanı insanlıktan uzaklaştırması, tüketime yöneltmesi, okumadan, anlamadan alıkoyması olacaktır kuşkusuz.  Elbette faşizmin bir sistem olarak kapitalizmde içselleşmesi, resmileşmesi, insanın maniple edilmesi gibi etmenler de sayılmalı. Ama, insanoğlundan umut kesmeye hakkımız da yok. Çağı anlatmanın farklı yolları bulundukça, eski şiir beğenisi, normları da yerini yenilerine bırakacaktır. Bundan kaçınılmaz. Yalnızca anlamak gerekiyor. Hepsi bu kadar.

Yazıyı, Cemal Süreya ile Ece Ayhan’dan alıntılarla bitirmek istiyorum. “Sarışın Cumhuriyet” adlı, Cemal Süreya ile Ece Ayhan’ın karşılıklı konuşmasından bir alıntı. Cemal Süreya, o günün kimi şairlerinin adını vererek, : “… Bence genç şairler şimdiden antolojilerdeki geleneksel oturum kadrosunu zorlamaya başlamışlar. Onları okurken, Suat Taşer’in, Nevzat Üstün’ün, Muzaffer Tayyip Uslu’nun, Rüştü Onur’un daha geniş oylumlu antolojilere gitmelerinin günü geldi diyorsunuz.” Biz Ece Ayhan’ın söylediğini alıntılamadan kendi yorumumuzu verelim. “Bütün talihsizlik 1944’ten önce doğmamak.”  Ece Ayhan ise şöyle diyor: “…  Geceleyin gördüm…”

                                                                                                                   Varlık, Aralık 2000

[1] Nitekim bazı isimler, bir çeşit “kendin pişir kendin ye” mantığıyla durmadan antoloji hazırlamaktalar. Bunlardan bazıları hazırlanan antolojilerde kendilerine düşündükleri yerin verilmediğini görünce “ben de böyle davranırım” demektedirler aslında.

[2] Yoksa, diyelim ki Adana’dan çok değerli, günümüz Türk şiirini gelişen  yönü, artan ivmesiyle, ve belirli bir bakış doğrultusunda değerlendirecek bir antolojinin yapılamayacağı iddiası yoktur söylediklerimizde. Ancak işin güçlüğü ve ciddiyeti de ortada.

[3] 1990’da Rand Corporation’un ‘orta vade tahmin uzmanı’ Graham Fuller’in Cumhuriyet Gazetesi’nde kendisiyle yapılan tam bir sayfalık röportajda söylediği şu sözler hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek şekilde açık: “…Atatürk’ün düşünceleri çağı için çok güçlü düşüncelerdi, ama bugünün kendine güven duyan Türkiye’si artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslâm’ın gündelik hayattaki yerini, yeniden düşünmelidir…” (vurgular bizim) . Dikkat edilirse ülkemiz yörünge yani uydu olarak görülüyor, ulusal kimliğimize verdiğimiz önemi abarttığımız vurgulanıyor. Yani bağımsızlıkçı politikaları bir tarafa bırakmamız öneriliyor. Aymaz politikacılar tarafından bir dönem uygulanan da buydu zaten. Öte yandan açıkça, ülkemizin bekaası için ılımlı İslam öneriliyor.

[4] Dinin önerdiği dünyevi çözümlerin kendi zamanında geçerli olduğu, bugünün yeni ve farklı sorunlara sahip olduğu, dolayısiyle dünyevi sorunlarda akla öncelik tanımak gerektiği gibi nedenlerle laiklik, önemi bizde artan bir ivmeyle savunulması gereken öncelikli değerdir.

[5] Konulu antolojilere örnek vermeyi gereksiz görüyorum. Son dönemde ortaya çıkan bu türden konulu antolojilere bakılırsa, söylediklerimizin hangi boyutlarda gerçekleştiği görülür. Eş dost kayırmaktan tutun da, şair olmayanlardan alınan manzumelere kadar… her şey var içlerinde.

[6] Abdullah Özkan’la konuştuğumuz kadarıyla, antoloji ilk önce her şairden bir şiir şeklinde Refik Durbaş tarafından hazırlanmış. Bugünkü haline daha sonra karar verilmiş. Şiir seçimleri Abdullah Özkan tarafından gerçekleştirilmiş. Sayısı Refik Durbaş tarafından belirtilmiş ağırlıklı olarak.

[7] Kimi şairlerden şiir alırken, şairin gelişimi, şiirindeki değişiklik göz önüne alınmaksızın yalnızca ilk kitaptan örnek verilmesi de bir özensizlik, baştan savmacılık.

[8] Yalnızca, 1980 sonrası şairlere bakılabilir. Kimilerinden sekiz şiir alınırken, kimilerinden üç dört, en çok beş şiir alınmış. Şairleri bu şiirlerin yansıtıp yansıtmadığına hiç bakılmamış. Örneğin küçük İskender, Turgay Kantürk, Lale Müldür ve bu satırların yazarı en az şiirle temsil edilirken, kimilerine hovardaca sayfa ayrılmış. Olması gereken kimileri de unutulmuş. Örneğin bir Enver Topaloğlu. (Ben alınmıştır diye düşünmüş, içeriği hakkında yeterli bilgi sahibi olamadığım liste dolayısıyle ismini vermek gereği bile duymamıştım.)

[9] Kimi şairlerden şiir hakkındaki görüşleri üzerine kısa yazılar ile yine şairler hakkında ayrıca verilen bilgiler, antolojiyi ilk baskılarından ve öbür antolojilerden farklı kılan olumlu yanlarıdır. Kimi bölümleri daha önce dergilerde yayınlanmış ve sona eklenen “Sonrası” başlıklı yazıyla bugünün şiirine uzama çalışmaları ise herşeye karşın bir başka olumlu yanı antolojinin.

[10] Kimi şair ve eleştirmen, herkesin beğenisinden geçmiş şiirin ortamalı bir şiir olduğu görüşünde. Şiirin derin yapıya çekilmiş anlamının, yeni biçim ve biçeminin geniş kitle yığınlarında hiçbir anlam taşımadığını, kitlelerin bu şiirlerden haz duyamayacağını düşünür, böyle şiirleri reddederler. Buna karşın böyle şiirler daha çok okura ulaşmakta. Demek ki okuyucu oluşturanın iyi şair olduğu yargısı pek geçerli değil. Kaldı ki, bugün 80 sonrası adı geçen her şairin kitabı bir yılda 1000 satmakta. Ayrıca şiir kitabı baskısının her kes için 1000 olduğu da bir gerçek.

[11] Adam Sanat, Ekim 1999, Sayı:167, s. 12

[12] Eleştirmenin bir görevi de yapıtta görülemiyen yeninin görülmesinde öncülüktür.

[13] Bu dönemin değerlendirilmesinin başlı başına bir iş olduğu yolundaki sözlerini anımsayalım.

[14] Zaman zaman bu şairlere ilişkin konuşurken, bu şairlerin anlaşılmaz, kapalı, soyut yazdığını söylemesi, böyle değerlendirilebilir. Olumlu örnekler değil de bir şiir ortamı göz önüne alınarak değerlendirme yapılırsa sonuç böyle olur. Oysa her şiir anlayışının iyisi olduğu gibi kötüsü de vardır. Aynı yargılar Toplumcu Şiir, Garip, İkinci Yeni için de verilmiştir. Toptan değerlendirmeler bu yüzden sakıncalıdır.

[15] Cemal Süreya’nın eleştirmenler hakkında biraz da ironik bir biçimde ele aldığı, ancak gerçekliğe yakın yargılarını da dile getirdiği “Adı İlhan Berk Olan Şair”  adlı şiir anımsansın.

[16] Ece Ayhan’ın, Turgut Uyar’ın ve daha bir çok şairin bu türden yazılarına da başvurulabilir. Ece Ayhan Orhan Kahyaoğlu’nun sorularına cevap verirken Memet Fuat’ın kendisine gereken önemi vermediğini vurguladıktan sonra şöyle der : “Özellikle Memet Fuat, modern şiir hareketini parasız yatılılardan beklemiyordur. Biz bu olguyu değiştiremeyiz. Bana göre Memet Fuat’ın, Rauf Mutluay’ın, Asım Bezirci’nin temelde birbirlerinden pek farkı yoktur.” Ne diyelim. Demek ki şairlerin eleştirmenlere itirazı pek yeni değil. Her atılımda doğal bu.

*”Eleştirmen” adlı yazıdan farklı bir yazıdır.

[17] Yazı 1970 tarihlidir.