Metin Cengiz
Anlamı hiçlemenin, sıfırlamanın bir olanağı var mı? Şiirde, herkesin ortak malı olan dilin özel kullanımı yoluyla, çok öznel, ancak yazanın anlamlandırabileceği, belki de, bir müddet sonra yabancılaşacağı bir şifreyle metin oluşturmak güç iştir. Ama böyle metinleri günümüzde artık bulabilmek olanaklı hale geldi. Kimsenin yaratılan yan anlamını çözemediği, hayatı yeniden üretme şansı/olanağı olmayan böylesi metinler, dolayısıyla günümüzdeki gerçekliğin parçalanmışlığına, saçmalığına bile bir atıf olamaz/olamıyor. Konuya açıklık getirmek için günümüz dünyasının özelliklerine gönderme yapan metinlere burada sanırım değinmek gerekiyor. Bu nedenle de, Jameson’un ‘ecriture’ diye nitelediği kesikli metinlerden söz etmek istiyorum. Jameson’un ‘ecriture’ demeyi yeğlediği, şizofrenik parçalanmayı gösteren göndermeler algılanabiliyor, şifresi çözülebiliyor. Şizofrenik parçalanma bir yazın türü olarak nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, şizofrenik metinlerde sanrısal yoğunluk, esrime, gerçekliğin parçalanmışlığı, tedirginlik, yabancılaşma kendini gösterir özelliklere sahip. Ve bu çeşit metinlerin, şizofreniye yakalanmış insanlarca değil, şairler tarafından bir şey imlemek için yaratıldığını söyleyelim. Örnek olsun diye de, Jameson’un Postmodernizm adlı yapıtının 58. sayfasındaki metinden bir parça alıyoruz. Şiir, Bob Perelman adlı şairin. Adı “Çin”. “Güneşten sonra üçüncü dünyanın üzerinde yaşıyoruz. Numara üç. Kimse bile bize ne yapacağımızı söylemiyor./Bize saymayı öğretenler çok nazik davrandılar./Hep gitme zamanı./Yağmur yağarsa, şemsiyen ya var, ya da yok./Rüzgâr uçurur şapkanı başından./Hem de güneş doğar./” Böylece devam eden şiirde, Jameson’un da belirttiği gibi, ilginç süreksizlikler, kopuk tümceler, bize Çin’in politik olarak üçüncü güç olduğunu, kendi toplumsal deneyimiyle böyle bir konum elde ettiğini söylüyor. Üstelik daha girişte. Jameson da bunlara dikkat çekiyor. Şiirin devamında ise Çin’e özgü ilginç nesneler ve yaşantılar anlatılıyor. Yani göndermeler, kopuk da olsa anlamlı. Ama şair Çin’e gitmemiş. New York’taki Çin mahallesini gezerken bir fotoğraf kitabındaki idiogramatik başlıkları sahibine teslim edilmemiş bir mektup olarak algılayıp onu anlatıyor, gördüğü resimlere başlıklar uydurarak. Böylece bunlar başka bir metnin göndermeleri haline geliyor.
Gerçek bir şizofren ise, dünyayı zaten gerçeklikle ilgili kurduğu ilişkinin boyutlarıyla kavrar, öyle dile getirir. Kopuktur ilişkisi gerçeklikle. Pastiş yapmasına gerek yoktur. Çünkü gerçekliği zaten kesikli, parça parça görür. Yazar Kripton Dinçmen konuyla ilgili yaptığımız bir sohbette, bana konuyu daha iyi anlamam için bir şizofren tarafından yazılmış bir metin vermişti. Doktor olan Dinçmen’in alıntı yapmak için kendisinden izin aldığım bu metinden bir parçayı üzerinde hiçbir düzeltme yapmadan, olduğu gibi alıyorum buraya. Ve doğal olarak hastasının adını vermiyorum. Dikkat edilsin yazdıklarına. “D.S.Ş Kütüphanesinde 1961 Anayasası Hukuk Lügatini deftere çekiyorum. Memure anlatıyordu yanındakilere. Un fabrikalarının şoförü 2 inci kez evlenmek için kız kaçırmış, başı belaya girmiş, devam ediyor, ondan yansıyanları benim can evime, beyin hücre libozomuna psikiyatrik muzur alıyor, ışık impaks siteomotor makine ile, 2 inci defa polis otosunda hastahaneye götürülürken gördüm, deli galiba dedim,… Göz kusuru Bakışımsız ışığı göremiyoruz Gelişmiş Ülkeler uçak, gemi, elektron silahları, psikiyatrik, krimolojik, sosyolojik, suç aygıtı mitoloji motor makinaları yapmışlar işletmeye Allah gösteriyor Tuz gölü çevresinde…”
Yoruma gerek kalmayacak, yazanın gerçeklikle nasıl bir ilişki içerisinde olduğunu gösterecek kadar açık bir metin okuduğumuz.
Şimdi de, bir türlü çözmeye aklımızın yetmediği bir iki örnek vermek istiyorum. Bu örneklerde göndermenin çözülebilir şifre niteliği taşımadığına dikkati çekmek istiyorum. Ve amacımız kimseyi kırmak olmadığı için de, Varlık dergisinde, Eylül 1988 sayısında verdiğimiz örnekleri yeni örnek almamak için aktarıyorum. “rüzgârı beklerim diyorsun ya açılmaz, en güçlü nefesle/bile sobaların demir kapakları. Oysa kudurmalı içindeki ateş/gelir diye babanın suçlu kurtları bana bir tas su getir”, “yüzüm yanıyor dosdoğru sevinçlerden/kimse söndüremez yüzümü benim/soluğuma öykünüyor hayaletler/öyle ki çöplüğün ucunda bir siyah papağan/komik şarkılar söylüyor…” İlk şiirin şifresini çözmeye çalışalım. Rüzgâr sobaların demir kapakları açılsın diye bekleniyor. Ama açılmaz. Şair buna emin. Denenmiş bir gerçeklik olduğundan olacak. Ama açılırsa ne olur? Bunu anlayamıyorum. İçindeki ateş-, kişinin olsa gerek. Sobaya da ima var. Yani soba dediğin iyi yanmalı, ısıtmak için. İnsan dediğin de soba gibi olmalı. Ki babanın suçlu kurtları gelir/gelebilir. İyi de ne oluyor onlar gelince? Sonra niye su içiliyor? Benim aklım yetmiyor bu şifreleri çözmek için. İkinci şiirde, sevinçten yüzü kızarmış bir şair var. Öyle yanıyor ki yüzü, yüzünü kimsenin söndürmeye gücü yetmez. Bu nedenle olacak hayaletler soluğuna öykünüyor. Ve yine aynı nedenle çöplükteki bir papağan (ama çöplüğün ucunda, ama siyah, peki kırmızı olunca ne olur? Niye çöplükte değil de çöplüğün ucunda? Yeni mi alışıyor çöplüğe?) komik şarkılar söylüyor? Bu metin de daha fazla çözülemiyor. Oyun mu salt? Yoksa, sindirimsizlikten kaynaklanan bir soyutlamaya gitme isteğinin sonucu mu? Ama bir şey başarılmış Anlam gerçekten sıfırlanmış. Bu metinlerin, kakafonik olduğu, fazla sözcük içerdiği, yapı, inşa, biçim açısından sorunlu oldukları ise başka bir konu. İyi de niye böyle yazılıyor?
İnsan, Ekim 1998