CELAL SOYCAN
sürtünerek olduğum şeyler:
25. şurda burda akrep ayazı olduğum
– Ayşe için –
görmesi azaltılmış atlar
.. kadar buradayım
derin zamanlı çömlekte
vakit çatlak; tik-tak
.. kadar buradayım
kim-oluş’a..
hayvan oluş’a..
hey-ya !
.. kadar buradayım
yalıtkan bir çocukta
vinç çekiç ve hızar –
.. kadar buradayım
gövdelenen bir suda
eksik akış –
.. kadar buradayım
sürtünerek Ol’duğum Dil’de
bir senin ismine çiğ –
.. kadar buradayım
nasır tutmuş bakışlı
çarşı dibi esnafı
.. kadar buradayım
sonralık kaldım senden
şurda burada akrep ayazı –
saat kaç ?
.. kadar buradayım
26. suları kesik deniz olduğum
kendi korkusundan beslenirken ihtimâl ..
üşengeç ölü adayları denize
doğru susarak kiminle ödeşiyorlar?
çırpıntıda çürüyen neyin başlangıcı ?
bir katılığı sakınır gibi sudan, uzak
durmalı sahipsiz sorulardan –
B.durum şu: her soruda din değiştiriyor şairler ;
yeni bir ümmete uyanır gibi peygamber ..
suları kesik bir denizin kırgın oltası –
C.ütülü mendilinde dünyanın ters
düşülmüş bir nakışsa aşk :
kim kendi geldiğinden yanadır?
bu da bir dengedir diye kim gider ?
uzayan bir tabuttur herkesin kaldığı..
alınıp verilmesiz sözcüklerde direnir
soyu tükenmez bir şımarık imlâ –
D.oysa tanıksızdır gidenin kaldığı ..
çünkü ses gibi şeyler de çürür ; ve şairler
dünyaya yakışsın diye susarlar –
28. üç şey olduğum
gecikmiştim birincide
ikincide hep erken ..
üçüncüde, çırak durdum zamana –
birincide kelâmdım
kalem kaldım ikincide
üçüncüde yutkundum –
görünürdüm birincide
ikincide tam görürken..
körüm şimdi; üçüncüde –
buluyordum; çığlık şenlik
kaybettikçe kekeledim ..
üçüncüde ? güya bendim –
çivi olup birincide
ikincide İsa sanıp ..
çarmıh çarmıh üçüncüde –
Musa’ydım bir okyanusa
ikincide çürük asâ
yarık suyum üçüncüde –
başlayan bir gündüz idim
birden baktım: ne çok gece !
peki ama; şimdi bu ne ?
bir kalın yolcu iken ..
yordamsız bir yol kalıp
kayboldum ben – ipince-
YUSUF ALPER
YÜZ YÜZE
Yine seninleyiz bir uçurum kıyısında
Başında buğday başakları
Bileklerinde halhallerle
Sonsuz ufka bakan iki çift göz olarak
Bakarak içimizdeki dipsiz karanlığa
Ömrümüzü geçirdiğimiz taşlı yollarda
Ayaklarımızda demirden çarıklarla
Bir masaldan fırlamış
Abdal gibi yollarda, göğebakan şamanca
Bizi bekleyen korku, korkuyu bekleyen biz
Delerken böğrümüzü
Acılar içinde kıvranarak
Hayatı satır satır öğrendiğimiz
Duvarlarınızın ardında
Göğünüzün altında açlığın kucağında
Bir gün geçip gideceğimizi bildik
Piştik derin kuyularda
Bildiğimiz hiç bir şey bilmediğimizdi
Sokrates selam sana Yunus merhaba
Hayat nedir bilmedik piştik ha piştik
Bir lokma bir hırka bir hasır sergi
Bir avuç toprak hepsi bu
Hamaldık sırtımızda bitimsiz yükle
Kendinin ve herkesin hamalı
Aşkın sevdanın insanın
O yüzden yaşlarımızı içimize gömdük
İçimize gömdük yaşamı ve ölümü
PİRUS ZAFERİ
Pirus zaferinden dönerken geri
Hasar tespiti yapmaya durdum
Hangi parçalarım yollarda kalmış
Nerde kalmış tinimin en derin yeri
Ömrümü paramparça buldum
Aşkımın bir parçası dağ yamacında
Ötesi bir söğüdün dalında
Hüzünlü bir ceylanın bakışlarında
Bütün bunları buldum, yoruldum
Yoruldum hesap kitaptan eğriden doğrudan
Sonsuz zamanın derin alnında
Örtün üstümü uyumak istiyorum
Hesabı kitabı tutanlar tutsun
A.ADNAN AZAR
MY DUALİST / 2010
0.4
gittim gördüm
zaman pustu
yelkovan durmaz
idi
gittim gördüm dönmedim
unutmak ne değildi
:sudan bir mimarinin
solgunseniseçen
nesnesi
{katkı:}
sanabanadokunan
herhangi
bir hatıranın
sesi
ERSAN ERÇELİK
FETHİYE’DE BİR GÜNÜN ŞİİRİ
Uzaktaydın, -sesimin değeceği kadar uzak
bütün gün kuru yaprakları topladım asmadan.
Kedimiz köşeden beni izledi, düşen dalları.
“Söz ölmedi”, (ölmez daha!) dedim
bir çift sarı kelebek geçip giderken
daha var öğlene, daha var uzun ayrılığa
Babilli o başıbozuk tümceye.
Ölümü böyle unuttum
-ölümü hep unuturum ben
bir pinpon raketinin altından çıktı
yavru tosbağa. Bahçeyi sularken
can erikleri siyahtı, pembeydi hatmiler
“bu bahçe” dedim, “bu dünya
akar gün boyu bayırdan denize.”
Bir alakarga sesini uzatıyordu, bir kırlangıç
yerine alışıyordu bir taş daha
yatağının rahatlığında susan çayları düşündüm
geçtiğim köprüleri, Evliya Çelebi tuttu
yapraklardan bir dünya açtı önüme.
Seyahatname: İşte böyle dedim, sustum kendime.
Varsın herkes kendi yalanını şifa sansın
bize evdir, dünyadır, sevgilinin omzu bile.
-Başka nedir ki dünya dediğimiz de
ÇİÇEĞİN UYKUSU
Geldiğimde uyuyordun, ağustosböcekleri
çıtırtı içindeydi. Uykusundan yeni kalkmış bir rüzgâr
tabanları sıcak kumdan yanmış gün ışığı
hepsi bizi izliyordu. Bakmak, yazın kıyısına uzanıyordu.
Yola sordum, bana hep gidenleri anlattı
kalanları anmak bana düştü sıkıntıyla.
“Beni gittiğin yerde bırak” dedim, işte yazın
sıcak yüzü, ateşle aynı dili konuşan güneş
işte aşk, bir daha rayından çıkan buluşma
haziranda bir kan pıhtısı gül tomurcukları
haziranda kanar gölgeler öğlene doğru.
Saatini ayarladım gecenin, bu senin yazındır
tanyeriyle buluştuğumuz o balıkçı kahvesi
köpüğü bol sohbetler, hepsi sende asılı kaldı
gidişinde… Geçmişe kanat geren zamana inat.
Bir bulutun çocukluğusun sen, dizlerin sıyrık içinde
varoluşun soluğuyla büyüyorsun her buluşmada.
Chagall renklerini getirse, kâğıt olup açılsa yaz önünde
nefesinin ürpertileriyle yıkanırız kucak kucağa
bunu tenha sarsıntılarla kımıldanan teninden biliyorum;
bir kırlangıç rüzgârı biçerek geçiyor
daha uzağını görüyorum gecenin gözlerinden.
Tenin büyük bir atlas, hep yeniden okuduğum efsane
bir define saklı çocukluğunun adalarında
yüzünü romlarla yıkayan bir korsanken ben daha
öyle kucaklarım seni, öyle büyük, öyle sıcak, öyle iç içe.
Haz ki ırmaktır, dibini bulur gecenin…
Rüzgâr ki deli esrimesidir, soluğumla sildiğim teninin…
“Beni gittiğin yerde bırak…” dedim, işte lacivert
sen giderken kimin yalnızlıktan döndüğünü
sen uyanırken hangi tomurcukların patladığını ben bilirim.
Ne zaman buluşsak, sarsıla sarsıla yıkılır
bir çağlayanı kucaklayarak birleşirsin benimle!
SON EFSANE
“Nothing endures but change”
Heraclitus
İşte bunlar senin tümcelerin, su kadar telaşlı
ve hiçbir şey durmaz dünya geçip giderken.
Batık mavna, Fethiye’de denizin yitmiş son oğulları
yosunlar bürümüş dipteki çapa yalnızlığım
gözlerinin denizine salmışken
içimin ağlarını. Ah aşk denen o efsane
hangi rüzgâr atmışsa atmış kıyıya
sonsuzluğu.
Gürlemesine yetişemeyen bir yıldırım, çarpan
çit kapısı, kararan havanın birden anlattığıdır akşam.
Akşamın ki adımları kısadır, ağır ağır gelir
ıslak saçlarını kurutur çırılçıplak imbatla.
-Homeros’u dinler o, eski Ege’lidir.
“Ölüm” der, “hiçbir şey değişmez senden başka.”
Tuz ve ekmek yan yana, birbirini örten asmalar
zeytinler ürkerek sallanıyor dallarında. Paslı
bir çıkrık, kovanın kopmuş ipi
Dalyan’da efsanelerini dinlerken kaya mezarları
sazlıklarda unuttum güneşi
uzağında.
Alıştı sanırsın, alışmaz gül dikenleriyle kucaklaşmaya
bir çiviyi ağacın kabuğundan sökmedikçe.
Birkaç adım sonrası karanlık, geceye yayılan
taze biçilmiş ot kokusu, birkaç el sonrası dünyadır.
-Karanlık, yıldızların nefesini dinler.
İşte bunlar senin sözcüklerin, dağılan bir dünya mavisi
ve bir tayın doğrulması sonsuz çayırlarda.
“Hayat” der, “yoktur rüzgârın çekilmiş bir fotoğrafı.”
MÜESSER YENİAY
Dünyanın aynasına baktım
dünyanın aynasına baktım
kendimi gördüm
kabımda sular var
gözlerimden dökerim
bir yağmurdan mı düştüm yere
parçalanmış bulutum
kalbimi geniş tutuyorum
bütün rüzgarları göğün
dolsun içeri
ten de bitti
artık istediğin kadar toprak
giyin
Göğsümden bir kuş yonttum
göğe saldım
bir su
kuyumu aldı
gözlerim daha derine bakmaz
bakırdan örtüler var akıllarında
bir saman yağmuru
gökte asılı
gün, siyah bir ırmağa düştü
siyah bir kuş gibi göğe çıktı
gece
kalbimi kıvıra kıvıra
göğsüme yerleştirdiler
acır hala
Bir gün göğü üzerimden kaldırdım
toprak çıplaktı
içimi kazdım
çapanın sesini duydum
acı sütümü içip yattım
sütbeyaz değil
gölgeme dizildi insanlar
yeni birisini doğuracak gibi
dünyayı açtım
içine girdim, bir istiridye
gibi değil
yeni bir gemiye bindim
denize düşürdüğüm o dalgayı
da aldım yanıma