Metin Cengiz
Erzurum Atatürk Üniversitesinde doçentlik yaparken eli bıçaklı faşistlerce katledilen Orhan Yavuz olayını anlamak için o dönemde Atatürk Üniversitesinde olup bitenleri, Erzurum’da gerici ve faşist odaklarca amaçlananları iyi bilmek gerekli diye düşünüyorum.
Geleneklerine, yaratmış oldukları değerlerine bağlı Erzurum aslında güzel insanlar diyarıdır. Erzurum’un yerli halkı, mert, yurtsever, coşkulu, temiz yürekli, iyi huylu, komşusuna gönülden bağlı, ölçülü, yerinde eğlenmeyi de seven insanlardı. Ama ne acıdır ki, özellikle de, birçok şehrimizde olduğu gibi üniversitenin kurulmasından sonra, bu insanlar güdümlendi ve bizzat sahip oldukları bu özelliklerin propagandası olumsuz biçimde yapılarak gericileştirildi, yobazlaştırıldı, çağdaşlığa düşman hale getirildi. Özellikle de 1970’li yıllarda, hızlanan bir biçimde, ülkemizi çağdaş yarınlara taşıyacak gençliğe evrensel değerleri öğretmek, çağdaş bir bilim yuvası olmak, yörenin kalkınmasına, aydınlık bir geleceğe taşınmasına öncülük yapmak amacıyla kurulmuş Erzurum Atatürk Üniversitesi, dönemin siyasi bir takım odakları tarafından gericileştirilme, faşist kadrolara teslim edilme çabalarına direnemedi. Ve biçimlendiği doğrultuda Erzurum’u adım adım gerici ve faşist ideolojilerin egemenliğinde bir şehir haline getirdi. 1980’lere girildiğinde Erzurum, bir üniversitenin aslında yetiştirmek zorunda olduğu, solcu olarak bilinen yurtsever, ilerici, devrimci, çağdaş, aydınlık yürekli, evrensel değerlerle donanmış öğretim görevlilerinden ve de özellikle de öğrencilerden arındırılmış, tamamen faşistlerin egemenliğinde bir şehir haline getirilmişti. O yıllarda, Erzurum’un Erzincan yolu güzergahına düşen hemen girişinde, koskoca yerleşim yeriyle gerçekten adına layık olan Erzurum Atatürk Üniversitesinin cümle kapısına asılı büyük bir tabelaya iri harflerle yazılmış “Komünizmi gördüğünüz her yerde eziniz” sloganı karşılıyordu insanları. Slogan taa uzaktan görülüyordu. Altına da Mustafa Kemal Atatürk adı yazılmıştı. Böylece bu ülkenin büyük önderinin adından da meşruiyet kazanacak biçimde aydınlık yürekli, çağdaş değerlerden yana, ilerici ve devrimci herkes sindirilmek isteniyordu Ve her yer, her duvarın yüzü, her sokağın en görünür yeri bu baskının ürünü ve devamı olan “Komünistler Giremez”, “Erzurum Komünistlere Mezar Olacak” ve benzeri sloganlarla donatılmıştı.
Yine o yıllarda öğrenci yurtları planlı ve sistemli bir baskıyla ilerici, yurtsever, çağdaş değerlere sahip öğrencilerden yani solculardan “temizleniyor”, bu amaçla solcu tanınan öğrencilerin kaldığı odalar önce polis tarafından aranıyor, sonra faşistlerin bıçaklı, sopalı saldırılarına uğruyordu. Artık anlaşılmıştı. Arama varsa hemen ardından saldırı da vardı. Aramalarda “s” harfiyle başlayan her kitaba el konuyor, öğrenciler yıldırılmak, gözleri korkutulmak amacıyla polise götürülüyor, fişleniyor, itiliyor, kakılıyordu. Solcu olarak tanınan öğrenciler yurtlardan temizlendikçe otel sahiplerine baskı yapılıyor, bu öğrencilere apartmanlarını, evlerini kiralayan iyi niyetli insanlara gözdağı veriliyor, yurtlarda oynanan polis-faşist oyunu bu mekanlarda da uygulanıyordu. Halkevleri ve EYÖD tarafından Dost Tiyatrosu oyuncularının oynadığı “404’cü Kilometre” adlı oyun getirildiğinde, faşistler ellerinde Kuran yaprakları, “Komünistler Kuran’ı Yırttı”, “Kadın oynatıyorlar” vb. diye halkı daha önce yurtları basmak için yaptıkları gibi kışkırtıyor, oyuna gelen öğrencilere saldırıyor, önlem almaya çalışan polise taş atıyor, dönemin valisi telefonlara çıkmıyor, en sonunda araya askerin girmesiyle olaylar ancak yatıştırılıyordu. Ama faşistler yine isteklerine ulaşıyor, oyunun oynanmasını engelliyorlardı.
CHP’nin de zaman zaman aymaz davrandığı, bu baskılara karşı çıkmak yerine solcu olarak bilinen öğrencilere karşı tavır aldığı görülüyordu. Nitekim bu aymazlığın sonucu olarak Erzurum’da sekiz milletvekilinin en az ikisini alan CHP bugün gösterecek aday bulamaz durumda bu üniversite kentinde. Ecevit’in meşhur “Doğu” mitinglerinde bu öğrencilerin CHP yöneticileri tarafından miting meydanında istenmemesinden cesaret bulan “ülkücü” saldırganlar, polislerin gözü önünde meydanda birikmiş otuz bin kişinin üstüne tabancalı bıçaklı yürüyor, hatta kürsüye kadar sokularak CHP heyetine saldırıyor, kürsüyü yakıyor, sayın Ecevit ve heyeti bu saldırıdan zorla korunuyor, saldırıya uğrayan insanlar panikliyor, kafası gözü yarılanlar, yaralananlar oluyor ve saldırganların isteği yerine geliyor, miting dağılıyor. Sokaklar artık yurtsever, ilerici, devrimci, kısaca solcu öğrenciler için tekin değildi. Gün geçmiyordu ki bir öğrenci saldırıya uğramasın, eli bıçaklı, sopalı, hatta tabancalı faşistler tarafından yaralanmasın. O günlerde Erzurum’da, kısa adı EYÖD olan Erzurum Yüksek Öğrenci Derneği tarafından yayınlanan “bülten” polis arşivlerinden çıkarılsa bu anlattıklarımızın hafif kaldığı görülecektir.
İşte Erzurum’un yetiştirdiği ender aydın insanlardan biri olan Orhan Yavuz, Erzurum Atatürk Üniversitesinde, aydınlığa susamış, çağdaş değerlerle donanmak için çabalayan, halkından yana, ilerici ve devrimci kesime güven veren bir öğretim görevlisiydi. Yüzü her zaman gülen, saldırılardan, tehditlerden yılmayan, herkese cesaret veren biriydi. Kendisiyle tanıştığım zaman şaşırdığımı çok iyi anımsıyorum. Halen verdiği fotoğrafını saklarım. İri yarı, dalyan gibi biri sandığım, oysa ülkemin ölçülerine göre orta boylarda, hatta kara kuru dedikleri tipte biri olan Yavuz öğrencileriyle arkadaş gibi konuşan, hatta konuşmaktan çok dinleyen biriydi. Genellikle takıldığımız, şehrin göbeğinde, kaldığımız Güney apartmanının tam karşısında yer alan bir birahanede biramızı yudumluyor, günün konularını yorumluyor, ne yapmak, nasıl davranmak gerektiğini konuşuyorduk. Biz saldırılara karşılık vermek taraftarı olanlara öğüt veriyordu. Yılmamak, oyuna gelmemek gerektiğinin altını çiziyor, savunmada kalmamızı, militan gibi değil, öğrenci gibi tutum almamızı ısrarla belirtiyordu. Yavuz’a göre bu saldırılar gün gelecek sona erecekti. Karanlık sürekli egemen olamazdı. Ne olursa olsun derdi. Ama biz de saldırıya geçersek, saldırganların gerici basın, faşist ve yobaz etkin odaklar tarafından yapılan, bizim komünist saldırganlar olduğumuz propagandasını haklı çıkaracaktık. Korkusuzdu, saldırıları abartmamamızı, toplu halde gezmemizi, böylece karşılık vererek saldırıları boşa çıkartmamızı söylüyordu. Kişiliğinin bilgisinden, bilime, çağdaş değerlere inancından kaynaklandığını ilk konuşmamızda anlamıştım.
Öldürüldüğünde bir trafik kazası sonucu resmi olarak dağıtımını üstlendiğim DEV-GENÇ dergilerini dağıtmak suçundan (!) dolayı dört arkadaş Erzurum cezaevindeydik. Yanlış anımsamıyorsam, arka sayfasında idamı telin edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın fotoğrafları yer aldığı için yasaklanmıştı dergi ve bizim tutukluluğumuz olağanüstü haberlerle verilmişti gazetelere. Milliyet’te birinci sayfada koca puntolarla verilen habere göre güya biz tehlikeli teröristler idik ve THKPC’nin Doğu bölgesi sorumlu militanları idik. İşkenceden, kaba muameleden, yıldırmaya dönük davranışlardan sonra çıkarıldığımız mahkemece tutuklanmış, 45 gün sonraya gün verilmişti. İşte o günlere rastlıyordu öldürülmesi olayı. 1977 yılının sonbaharıydı. Öğretim üyelerine yönelik saldırılar her yerde artıyordu. İçeriye olaydan dolayı tutukladıkları üç kişiyi getirmişlerdi. İçlerinde Erzurum Ziraat Fakültesinde okuyan, aslen Cebakcur’lu, “Yado” lakaplı bir Kürt’ün torunu olan Cezayir Baysal da vardı. Sonradan öğrendiğimize göre, kendisinin de Kürt asıllı olduğu söylenen Orhan Yavuz, Cezayir Baysal ile bu Yado’nun torunu olduğunu öğrenince çok ilgilenmiş, hatta maddi olarak da yardımını esirgememiş. Tanıkların ki aralarında Orhan Yavuz ile o gün okula giden bir öğretim görevlisi olan arkadaşı Halil Çivi de vardı, tehditlerle ifadelerini değiştirmesi üzerine cezaevinden tahliye olan Cezayir Baysal, basına yansıdığı kadarıyla uyuşturucu ve çete işleriyle de ilgilenmiş biri olup, verilen bilgilere göre halen Avusturya’da yaşamaktadır. İşte bu üç kişi geldiğinde cezaevinde tam bir infial yaşandı. Hiç beklemiyorduk. Mahkûmlar, muhbirlerinden aldıkları bilgiye dayanarak başlarına bir şey gelir korkusuyla idare tarafından tecride konulan bu üç kişinin cezalarını vermek amacıyla kendi kovuşlarına verilmesini istiyordu. Onlara imtiyazlı muamele edildiğini öne sürüyor, bu duruma karşı çıkıyorlardı. Sessiz bir isyan yaşanıyordu. İdare olağanüstü önlemler almış, havalandırma koşullara bağlanmış, kısıtlanmıştı. Gardiyanlar, jandarmalar teyakkuzdaydı. Orhan Yavuz’un bu kader mahkûmları tarafından bunca sevilmesi şaşırtıcıydı. Araştırınca çoğu Kürt asıllı olan bu mahkûmların Orhan Yavuz’un yardımseverliği hakkında bizden daha çok bilgiye sahip olduğunu öğrenmiştik. Gerçekten yüreği güneş dolu biri katledilmişti. Yazık olmuştu.
Geçmişe bakınca solu silindir gibi ezenlerin bugün laiklik elden gidiyor telaşına düşmeleri bana trajik geliyor (İnançlı biri olsaydım “İlahi adalet” derdim belki, ama…) Solu ezmek, yok etmek, halkın yükselen uyanışına son vermek isteyenler, şimdi ne yazık ki semirtip besledikleri, kendi haince emelleri doğrultusunda kullanmaya çalıştıkları, öz be öz kendi ürünleri olan imanlı, inançlı güçler iktidara gelip önemli üsleri ele geçirince güya imdat çığlığı atıyorlar. Timsah gözyaşı… Solu silmek için her şey yapan, durmadan komando kampları açan, “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz”, “iti ite kırdırırız”, “sokaklar yürünmekle aşınmaz” diye fetva veren bu güçlere sormak gerekmez mi Orhan Yavuzların asıl katilleri kim diye. Orhan Yavuz’un katledilmesinde asıl cürüm işleyenler işte o dönemin ufku dar, bu siyasi aymazlarıdır. Geleceği görmekten aciz, ülkesinin çıkarlarından çok kendi menfaatlerini müstevlilerin emelleriyle birleştiren, “asmayıp da besleyelim mi” diyen zavallı siyaset memurları.