Ninemin Gözünde Ermeni Olayları

Ninemin Gözünde Ermeni Olayları

 

ari_yetis

ARILARIN SIRRI/METİN CENGİZ

Biz çocuklar uykuya giderdik büyükler geceye
Düşlerinde rengârenk açan bir gelecek

Ve açılan kapılar açılan kapılar
Çil altınlarla

Birden balta inmiş gibi sırtlarına
Ölüm dirilmiş de beyaz bir kefene bürünmüş gibi
Düşleri korkuya bıraktı yerini
***

Eşerken altının bulunduğu köşeyi
Kan fışkırmış yerden toprak yerine
Her kazmada

Son gece
Bir arı bulutu doldurmuş göğü
Delirmiş bir arı bulutu
***

Görenler “Sahipliydi gömü,” diyorlar
“Keşfeden olursa
Arılar havalanıyor
Altının göz alıcı rengi yerine
Ermeni komşuların ruhunu taşıyan arılar.”
***

Sarayova’da Tunuslu, Fransa’da yaşayan şair dostum Tahar Bekri ve Hollandalı şair arkadaşım Ruben Van Gogh ile Ferhadiye Caddesinde gezinirken, birden arka tarafımızda üç el üst üste patlayan bir tabanca sesiyle irkilmiş, ani bir tepkiyle olayın geçtiği yere doğru merakla bakınmıştık. Tahar idi sanırım, “yine başladı” gibisinden olayın önemini gösteren bir söz etmişti. Bir şey öğrenememiştik bu silah sesleri hakkında. Ama arkama baktığımda gördüğüm manzarayı hiç unutamadım, unutmayacağım. Her şey donmuştu sanki. Hareket eden hiçbir şey yoktu. Bir an üç el silah sesiyle zaman donmuş, mekân sonsuzluğa bu donan anın görüntüsüyle gömülmüştü. Neden sonra silah sesine doğru koşuşturan iki üç kişinin adeta yavaş çekimde seyreden acılı, imkânsızlık anlatan, dehşeti andıran haykırışları ve koşturmacası bana donma anını yırtan bir sahne ve aynı zamanda bu donma anının uzadığı zaman seyreden doğal bir görüntüsü gibi gelmişti. Her şey sanki o donma anına göre yeniden anlam kazanmıştı. Derken gezindiğimiz cadde yavaş yavaş canlılığına kavuşsa da o donma anını yüzünde uzun süre taşıyacaktı. Nitekim ertesi gün aynı sokakta yapacağımız gezinti öncesi o üç silah sesinden söz etmiştik biz üç kişi. O an bizi ve o caddede bulunanları sonsuza değin etkileyecekti bu olay. Kimlik kavgalarının yeniden canlanması, soykırım, haksız savaş, çıkarın vahşeti vb. demekti bizim için bu donmuş görüntü. Ve nitekim gazetelere de geçmiş, kaygı yaratmıştı. Ama bu üç el silah sesi, bizim için, Saraybosna’da olup biten her şeyin tekrarlanması ve birebir yaşanması demekti.
Bugün Ermeni sorunu dendiğinde ben hep bu üç kurşunla sonsuza değin tekrarlanan olayı anımsarım. Neden? Benim çocukluğum hep bir şekilde devam eden bu sonsuz donma anlarında imgelemimde canlandırdığım ötekini aşağılayan, yok sayan, küçümseyen, ona hükmetmeye çalışan olayların yer aldığı görüntülerle geçmişti. Ermeni olayları bu sonsuz görüntülerin içinde geçen birbirine ulanmış bir dizi öyküydü, ninemin anlattığı öykü. Ama öyle etkileyiciydi ki bu anlatılanlar, olan biten her şey sanki olayların geçtiği yerin hemen üstünde donup kalmıştı ve benim gözlerimin önünde olmuş gibiydi aradan geçen bunca zamana karşın.
***
Biz mahalle veledi büyüklerimizin sözünü tutar ve şu tekerlemeyi söylerdik hemen kapı komşumuz olan değirmenci Yakob ile karısı Nejla hakkında: “Nejla baa gosterdi/Ben Nejla’ya gosterdim/Nejla’nınki gıpgırmızı/Benimki gapgara gıllı”. Bu tekerlemeyi söylerken tıpkı bıyık altı gülümseyen büyüklerimiz gibi bizim de içimizde en küçük bir düşmanlık yoktu. Ama derinden derine işleyen bir küçümseme havası, “buncasına da katlan” diyen bir güçlü olma noktasında davranma edası var idi büyüklerin saklamaya çalıştıkları gülümseyişlerinde.

Bir başka çocukluk anım da bizim yörede “Poşa” denilen Çingenelerle ilgilidir. Berberler diş çekerler, onlar ise takma altın diş yaparlardı. Altın diş, bir zenginlik göstergesiydi. Ve üç dört koyunu olan bir karı daha almak için altın diş taktırırdı. Ben berberlerin diş çekme, Çingenelerin altın diş kaplama olayına bizzat tanık olmuşumdur. İşte bize mahalle veledi, bu Poşa kadınların ardından büyüklerimizin öğrettiği minval üzre “su eleği var mı” diye bağırır dururduk. Bilmezdik “su eleği” tamlamasının kadınlık organı anlamına geldiğini. Kadınlar bize küfredip dururlardı. Hoş olan küfrederken güçsüz, zayıf konumunda davranmamaları, böyle bir davranışa maruz kaldıklarında karşıdaki kim olursa olsun, ona karşı koyma cesaretini gösterme gücünü bulmalarındaydı.
Bir gün benim çocukluk arkadaşlarımdan bir kaçı ceplerinde ancak bulunabilecek bozuk para karşılığında bir Poşa çocuğunun kıçına çöp sokmuştu. Çingenelerin konakladığı bizim çayıra doğru giderken bu olayı çocukça bir aşağılama duygusuyla anlatıyorlardı. Daha önce de yapmışlardı. Ben daha küçük olduğum için anlam verememiş, dehşete kapılmış, bu eylemi yapanların şamatalı sevinçlerine katılamamıştım. Anneme söylediğim zaman benim o çocuklarla arkadaşlığımı o gün orada bitirmişti.
***

Bu olayları neden anlatıyorum? Çünkü bize “Ermeni Mezalimi” diye anlatılan olayları anımsatır bana. Ninem Oltu’da, Göle (asıl adı Merdinik) ve köylerinde bizzat tanık olduğu ilk genç kızlık dönemini anlatırken Rus yönetiminde olduklarını, Rus ordusunda bulunan Taşnak Ermenilerden özelikle Ruslar çekilmeye başladıklarında çok çektiklerini söylerdi. Taşnak Ermenilerinin yaptıklarını anlatırken sisli gözlerle uzaklara bakar, köylerde çoluk çocuk demeden yapılan katliamları sanki yeniden yaşardı. “Biz kız alıp vermemiştik ki bu da oldu sonunda, işte dedenin en genç karısı, yani benim kumam Ermenidir, akrabaları bu olaylar sonunda buralardan gidince, deden bu kızı korumasına aldı ve karısı yaptı, öyle yapmasaydı öldürülmüştü mutlaka; evet kız alıp vermemiştik ama ekmek alıp vermiş, birbirimizin çayını içmiş, yemeğini yemiştik. Kapı komşu birden düşman olmuştuk. Çarlık Rusya’sından gelen Ermeni çeteciler bıçak gibi aramıza girmiş, Ermeni dığaları (Ermenice delikanlı anlamına geliyor ama sonradan bu yörelerde küfür olarak kullanılmıştır, MC) ellerinde silah, masum insanları ahırlara doldurup yakmışlardı. Can havliyle kendini dışarı atan olursa bunları acımasızca kurşunlamış, karınlarını süngülerle deşerek öldürmüşlerdi. Ahırlara girmek istemeyen, kaçmaya kalkışan olursa hemen oracıkta gözünün yaşına bakmaksızın öldürmüşlerdi.” Ninemin Ermeni Mezalimi konusunda anlattıkları benim imgelemimde canlandırdığım kadarıyla yaklaşık bunlardı. Ama anımsadığı zaman kötüleşmesine yol açan olay ise köylerde Ermenilerce yakılan insanların kokusunun ta Merdinik’e kadar gelmesiydi. “Ta Avınder köyünden Göle’ye değin gelirdi koku. İğrenç, mide kaldıran, kötü bir kokuydu; insanı dinden imandan çıkaran bir olaydı bu.” Derdi. Ninem daha sonra olanları da aynı içtenlikle anlatırdı. Kazım Karabekir ve Deli Halit’i överdi ama… Silahlanan Türklerin asker önderliğinde Ermenilere yaptıklarını anlatırken yüzünü derin bir üzüntü kaplardı. “Olan her zamanki gibi masum, kendi halinde olanlara oldu. Çoluk çocuk demeden öldürüldüler. Allah’tan korkan birilerine sığınanlar canlarını kurtardı. Kaçan kaçtı. Kışkırtanlar Ruslar çekildiğinde çekildi. Geride kalanlara oldu ne olduysa. Yazık oldu, günah oldu. Birbirinin ekmeğini yiyenler, iyi kötü günde yardımcı olanlar düşman oldu, birbirini kesti. Bütün bunlar keşke olmasaydı.”
İşte benim çocukken, ninemden dinlediklerim, bunlara benzer şeylerdi. Elbette bu olayları anlatırken ne denli zorlarsam zorlayayım kendimi, ninemin sözcükleriyle anlatmam olanaksız. Ninem okuma yazması olmayan basit bir köylü kadınıydı. Kars’ın, Oltu’nun, Göle’nin 1878 Osmanlı – Rus Savaşı sonunda yaklaşık 40 yıl boyunca Rus yönetimi altında kaldığını bilirdi de nedenini bilmezdi. “Osmanlının işi” derdi hep. Anlattıkları 1914-15 yıllarında Rus ordularının işgaliyle başlayan Taşnak tedhiş hareketleri ile Rus ordusu içindeki Çarlığa sadık Taşnak Ermeni subaylarının (Taşnak Ermenileri) ve onlara bağlı askeri birliklerin, 1917 Bolşevik devrimiyle geri çekilmesini (Mart 1918’de Brest – Litovsk antlaşması gereği) tanımayarak giriştikleri katliamlar kapsamında olanların bir parçasıydı. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ile 9. Ordu 1914 sınırlarına çekilmeye mecbur kalınca, Kars ve çevresinde Müslüman halka yönelik Taşnak Ermeni saldırıları tekrar başlamıştır. Nitekim Ermeni katliamlarına son vermek ve milli haklarını savunmak gayesinde olan Karslılar kendi imkânlarıyla, Wilson Prensiplerini esas alarak 5 Kasım 1918’de “Milli İslâm Şûrası” adıyla demokratik bir hükümet kurmuşlar ve kendilerini savunmuşlardır. Göle ise ancak 30 Ekim 1920’de Taşnak Ermenilerinin işgalinden kurtulacaktı.
Ninem 1980 yılında ben tutuklu iken seksen yaşlarında vefat etti. Bu demektir ki 1915-1920 yıllarında 15 yaşlarında bir genç kız. Ve anıları da bu yaşlardaki saf bir köylü kızının anıları. Taşnak adını bilirdi. Amaçlarını da şöyle böyle. Ermeni-Türk ilişkileri onun için sadece gördükleri ve daha çok da komşularıyla olan ilişkilerinin vardığı feci durumdu. Bir de ondan genç kumasıyla özel ilişkileri. Bunun dışında Ermeniler buradaki topraklarını, yurtlarını, köylerini terk ettikten sonra onların evlerinde yapılan altın, para aramaları uzun bir süre bu olayları canlı tuttu. Ama gördüğüm kadarıyla bu olayların yarattığı sarsıntı derinde işliyor ve insanlar anlatmak yerine yaşamlarını kolaylaştırmak için unutmayı tercih ediyorlardı.
Ama insan bir defa kirlenmeye görsün… Her şey bu kirliliğin rengiyle anlam buluyor sanırım.
Geriye “Arıların Sırrı” kalıyor! Zaman donup kalıyor olup bitenlerin imgesiyle. Ve arı olup uçuyor işte haksızlığa uğrayan ruhlar vicdanımızda. Benim şiirimdeki gibi.

 

Varlık Nisan 2010