Metin Cengiz
İMGE ÜZERİNE
1-
En genel kullanımıyla imge bir nesne, bir varlık hakkındaki zihinsel tasarımımızdır. Duyu yoluyla elde edilmiş varlık hakkındaki bu ilk resim, kopya ya da tasarım maddenin büyülü bir türevi olan ve gizli labirentlere sahip olan bilinçte belirginleşir. Kısaca dış dünyanın, varlığın, gerçek ya da gerçekdışı bir şeyin ya da olgunun zihindeki tasarımına imge denir. Nesne hakkındaki bilgimiz böylece oluşur. İmge hakkındaki en genel tanım varlık hakkında bilgi edinmenin ilksel biçimi olması yönündedir. Yani varlık hakkındaki bilincimiz onun imgesi, öznel tasarımıdır. İmge zihinde ya algı yoluyla ya da algının düşünülmesi, çağrıştırılması, imgelemde kurgulanması yoluyla elde edilir. Bizi ilgilendiren de imgenin düşünsel, çağrışımsal biçimi, imgelemde –hayalgücü, muhayyile- kurgulanmasıdır. İmgenin bu biçimi şiirsel olana daha yakındır. Avner Ziss imgeyi gerçekliğin sanatsal çağrışımı olarak nitelerken imgenin bu tanımını onun felsefi ve günlük dildeki tanımından özenle ayırmayı amaçlar. Örneğin bir anlamlama –signification- işlevi bir de maddesel gösterme –designation- yanı olan günlük dilde biri hakkında “uçarı” ya da “sıkılgan” sözcüğünü kullanıyorsak, o birinin birçok özelliğini bir tarafa bırakıp, bizde baskın olan özelliği ile o birini tanımlarız. Nitekim günlük hayatta da bir şeyden ya da bir kişiden söz ettiğimizde izlenimlerimizden söz eder, bizde bıraktığı imgeyle (imaj) değerlendirmeler yaparız. Bu değerlendirmeler eksik de olsalar, sözü edilen nesneyi ya da şahsı gözümüzde daha yetkin, daha canlı bir biçimde canlandırmaya yarar. Ancak anlam nesnenin yalnızca bir ya da birkaç yönüyle ilgilidir. Reklamlar da imgenin bu özelliğinden bolca yararlanmaktadır. Demek imge, en genel anlamıyla bir nesne, bir varlık hakkında, başka nesne ve varlıklarla ilişkili olarak, onu seçkinleştiren, onu gözümüzde canlandırmamıza yarayan tikel tanımlamadır. Ama Ziss imgeyi salt bu biçimde tanımlamaya karşıdır. Sanatsal imgeyi günlük dildeki kullanımından ve eğretilemeden ayırırken çarpıcı bir biçimde betimler bunu. Ona göre istiare (eğretileme), “şiir dilinde bir değişmecedir (mecaz/trope), en geniş anlamıyla yerinel (allégorique) ya da değişmeceli (mecazi) dilyetisinin bir yöntemidir, imgenin kendisi değildir.” Verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi bu mecazi dilyetileri sanatsal imgeden daha dar bir anlama sahiptirler. Ama günlük dilde kullandığımız imge örneklerinden yola çıkarak imgenin nasıl kurulduğu hakkında bir bilgiye sahip olabiliriz. İmge, bir yandan bir nesneye, bir varlığa belli bir anda ait olanı onun diğer özelliklerinden ayırırken, diğer yandan da başka nesnelere ve varlıklara ait olan özelliklerle bizim o nesne veya varlığı anlamamıza, tanımamıza yaramaktadır. Böylece tanımamıza konu olan şey kendisinden çok farklı olarak yepyeni bir biçimde gözümüzün önünde canlandırılmış olur.
A’ya özgü olanla yine sınırlayarak, tanımlayarak B’yi, C’yi tanıdığımızda ayrıca yepyeni bir biçime kavuşmanın olağandışılığını da yaşarız ki bu daha çok sanatsal algılamada söz konusudur. Bir adım daha atarak çok kullanılmış ya da benzerlerine çok rastlayabileceğimiz şu örneklere bakalım. Biri için “Gece gülüşlüm” ya da “uçurum kokulum” sözünü ettiğimizi düşünelim. Burada diyelim X için gece gülüşlüm derken onu gülüşüyle betimlemekteyiz, böylece de tanımlamaktayız. Ama bu tanım farklı algılamalara, sözünü ettiğimiz kişinin gülüşüyle ilgili farklı çağrışımlara açıktır. Tanımlama belirsiz, bireysel yoruma tabidir. Yine Y tanımlanırken bu defa Y’nin kokusu duyumsatılmaktadır, kokusu uçurum kokusuna benzetilerek. Bu durumda da algılama, yorum çağrışım yoluyla çoğaltılabilir. Böylece varlık hakkındaki bilgimiz çağrışımlarla (évocations) zenginleşmektedir. Dikkat edilirse imge etkin bir bilgi edinme yoludur da aynı zamanda. Ama imgeyi Avner Zissin yaptığı gibi tasarımdan ayırmak gerekecek. Ziss’e göre “İmge, gerçekliğin sanatsal çağrışımıdır (evocation), sanatçının bilincinde saptanmış olan haliyle nesnel dünyanın düşünsel (ideal) bir tablosudur ve bunun sonucu olarak okur, seyirci ya da dinleyici tarafından algılanır. Tasarım ise, sanatsal düşüncenin nesnelleşmesi olarak kendini gösterir ve onun duyularla algılanmasını sağlar.” Demek imge (image) kavram, çıkarım, yargı gibi düşüncenin diğer yollarından farklı olarak varlık hakkında zihnimizdeki doğrudan, başka yolların işin içine girmediği çağrıştırımıyken, tasarım bu çağrışımın üzerinde düşünülmesi sonucu nesnelleşmesi olarak görülmekte.
Yukarıda verdiğimiz örneklerde nesnenin, varlığın tanımlanmış, belirlenmiş, çerçeveye alınmış sınırlarını aşmış durumdayız. Çağrışım gücü içeren bu öznel betimleme genelden bir takım öğeler taşımakta, genelleşme eğilimi de göstermektedir. Yoksa imge de gerçekleşemez zaten. Gerçeğin imgeyle betimlemesi eşyanın tabiatına tabiidir. Demek ki Ziss’in dediği gibi imge etkin bir gözlem gücü ya da sanatsal yaratıcılık gerektirmektedir. İmge sanatsal olandır, estetik boyut taşıyandır. Gerçeğin sanatsal çağrışımlarla dile getirilmesidir. Özdemir İnce de “İmge ve Serüvenleri” adlı imgeyi, imgede kullanılan söz sanatları (değişmece/mecaz, benzetme/teşbih, eğretileme/istiare/metafor) ve imge çeşitleri (somut’tan somut’a, somut’tan soyut’a, soyut’tan soyut’a) dahilinde anlattığı o uzun yazısında “İster somut-somut, ister somut-soyut nesnelerin karşılaşmasından oluşsun, bütün yaklaştırma ve çağrışımları, kaba çizgileriyle imge adı altında toplayabiliriz.” der. Burada yaklaştırma ve çağrışımlar olarak imgenin anlatmaya çalıştığımız asıl özelliklerini buluyoruz. Esasında da Kant’ın dediği gibi insanın kendi özbilincine varması eyleminden ayrılamaz imge (Kant’a göre bilgi, duyusal dünya, duyunun verileri ve olgularıyla mümkün olur ). Kant böylece estetik yargıyı öznel yapının ayna imgesi, dolayısıyla görünür imgesi sayar. Demek imge ve şair kağıdın birer yüzüdür. Elbette burada şair gerçeklik olarak da, gerçekliği öznel işlemden geçiren mekanizma olarak da şiire dahildir. Cemal Süreya’nın da belirttiği gibi.
İmgeyi çağrışım gücüyle ele aldığımızda, bir görüngü hakkında birbiri içine girmiş, birlikte işlerlik kazanan maddi ya da manevi somut tasarımlar içerdiğini de anlatmış oluyoruz. Wittgenstein’in dediği gibi “tasarım, gerçekliğin bir taslağıdır.” Wittgenstein devam olarak gerçekliğin yanına bir cetvel gibi uzatılmış bu tasarımın nesnenin dışında durarak nesneyi ortaya koyduğunu ve bunun da “gerçeklik ile uyuşur ya da uyuşmaz; uygun ya da uygunsuz, doğru veya yanlış” olduğunu söyler ki bizi ilgilendiren de budur. Şiirde ise tasarım doğruluğu ya da yanlışlığı ötesinde nesneyi çağrıştırabilme gücüyle işler. Yine Wittgenstein ile devam edersek, tasarım “ortaya koyduğu olgu durumunun olanağını içerir.” Çağrışım bu olanaktan yola koyulur. Bu olanağı sonuna değin kullanır. Wittgenstein’in aynı sayfalarda dediği gibi bu tasarım ancak “gerçeklik ile ortaklaşa sahip olması gereken, mantıksal biçim; yani gerçekliğin biçimidir” koşuluyla olanaklıdır.
Çağrışım bir anlamda da insanın nesnenin tanımlanmamışlığı (sınırsızlığı) karşısında kendini özgür duyumsadığı çağlara değin bir geri dönüştür. Nesnelerin henüz kesinleşmiş adlandırılmasının, sınıflandırılmasının yapılmadığı dönemlerin bir önceki tarihsel dönemlere geri gitmek. Alışkınlıkların, kısıtlamaların, günlük dilin kireçlenmiş, iyice köreltilmiş kodlaması dışına çıkmak. Kendimizi bu ölçülerin cenderesinden bir an için de olsa kurtarıp rahatlamak. Bizi sarıp sarmalayan kuşatılmışlığın rahatsızlığından sıyrılmak. Belirsizliğin, adı konulmamışlığın dışında nesnelerle yeni tanışıklıklar kurmak. Onlara bize özgü (zati) deneyimlerle dokunmak. Dünyayla yeni bir tanışlık edinmek. İçten gelen, hesapsız bir merhaba demek. Bir soluk alıp verme anında işaret ettiğimiz öteye gitmek… Sözcüklerin özgürce çeşitli anlamları çınladığı alanda gezinmek. Sözlerin değişik çınlamalarını, farklı tınılarını duymak… Pierre Reverdy imgenin bu özelliklerini “İmge bir karşılaştırmadan değil, birbirinden az çok uzak iki gerçeğin yakınlaştırılmasından doğar.” “yakınlaştırılan gerçekler birbirlerinden ne kadar uzak ve yerindeyseler imge o kadar güçlü olur. Şiirsel gerçekliği ve heyecansal gücü o kadar artar.” biçiminde anlatır. Demek çağrışım, dilin kendini anımsaması olayıdır. Ve bu olayın içinde cereyan eder.
Birine uçurum kokulum dediğimizde bize tuhaf tuhaf bakacağını söylemeye gerek yok. Ancak şiir dilini bilen biri incelikle gülümseyecektir. Demek imge bize nesneyle, varlıkla ilgili akla gelmedik düşüncelere ulaşma, onları herkesin tanıdığı dışında anlama olanağını sunmaktadır. Tıpkı Henri Pichette’in dediği gibi: Şiir alışkanlığa karşı yaylım ateştir (La poésie est une salve contre l’habitude ). Nesne, varlık bir yanıyla, diyelim kokusuyla, gülüşüyle tanımlansa da gerçekliğin o güne değin ulaşılmamış yeni bir cephesindeyizdir. Tanımanın, işaret etmenin indirgemeye başvurmaktan başka çaresi olmasa da! Bu yanıyla da imge, insanın tanımlanmışın, işaret edilmişin dışında varlık bulma çabasının adıdır. Alışılmışın dışına çıkma, dille orada barınma olanağı. Sözcüklerin ani çarpışmasından doğan şaşırtıcı öznel bir gerçeklik alanı. Gizemin duyumsandığı, doğanın rahmine dokunuş. Ünlü saf (katıksız) şiirin savunucusu Papaz Henri Bremond’un dediği gibi “Her şiir şiirsel karakterini tam anlamıyla, bizim saf şiir diye tanımladığımız gizemli bir gerçekliği dönüştürücü ve birleştirici varlığı, parıltısı, eylemi ile edinir.” (Tout poème doit son caractère proprement poétique à la presence, au rayonnement, à l’action transformante et unifiante d’une réalité mystérieuse que nous appelons poésie pure.” Demek… Şair, düşsel gerçekliğin tanrısı olduğu tanrısız bir dünyada; şiir, yasaların, kuralların, dinlerin dışında gerçekliği özgürce dile getirebildiği bir dünyada; imge, gerçekliği istediği gibi yeniden biçimlendirebildiği özgür bir ortamda soluk alıp verir. Şairin, şiirin ve imgenin özgürce boy attıkları bu toprağın dil olduğunu vurgulayalım hemen. Şair dil denen adlandırıcı, tanımlayıcı ve gerçekliğin kendisiyle kavranabildiği alanda özgürce dolaşır; gerçekliği yeni bir biçim, yeni bir anlam vermek kaydıyla istediği gibi kullanır dili. Şiir, eğer tamamlanmışsa, sözcüklere istediği anlamı yükleyerek oluşturduğu öznel gerçeklikten herkesin gerçekliği olma durumuna ulaşır. Wittgenstein’in tasarımla dünyanın yeniden anlamlandırılabildiğini söylemesi anlamlıdır. Bu gerçeklik her okuma eyleminde yeniden ve farklı biçimlerde yoruma açıktır. Tamam değilse şiir, okuyucuya ulaşmada zorluklar çeker, ayağı tökezler, dilin engeline takılır kalır. İmge ise yeniden biçimler nesneleri, yeniden adlandırır, yeni anlamlar için yeni biçimleri dener. Ama eğer imge biçimsel bir gerçeklik yaratamıyor, şiir anlaşılmıyor, şair karanlık ve ulaşılmaz bir dil kullanıyorsa, ortada önemli bir sorun var demektir. Eliot’un dediği gibi bu sorun, “Ama şiir özellikle şair için yazılmış olursa, çok özel ve bilinmeyen bir dilde yazılmış olurdu; ve yalnızca şairine hitap eden şiire şiir denemez.” Sözleriyle açıklık kazanmaktadır. Söz şairin mülkiyetinde ise gerçeklik de sözün tartıldığı terazidir. Dahası gerçeğin imgeyle tikel olarak dile getirilmesi genel olandan anlamlı parçalar içermek durumundadır. Yani anlamlı biçimsel bir birimdir imge. İşte imgenin koşulu.
İmge tikel bir bilgi edinme yoludur. Tikel bilgi edinme ise geneli de içeren etkin gözlem gücü gerektirir. Biz bunu imgesel düşünce –pensée par image- diye niteleyebiliriz. İmge gerçekliğin rüzgar gülüdür. Ruhun imgede dile geldiği soluğudur.