Günümüz Genç Şiirin Durumu

Günümüz Genç Şiirin Durumu

Metin Cengiz

 

Ülkemizde her alanda kimsenin kolayca açıklayamadığı, adını anlaşılır bir biçimde koyamadığı, büyük değişim ve dönüşümler yaşanıyor. Yaşananlar adlandırılmak için sayfalar dolusu yazılar yazılıyor. Bu yazıları okuduğunuzda, savunulanların ülkede olup bitenler konusunda doyurucu olmadığını, olamadığını görüyorsunuz. Doğrusu değişim şu meşhur fil meselinde olduğu gibi tanımlanıyor. Herkes fili tuttuğu yerden (bulunduğu cepheden) tanımlamaya çalışıyor. Herkes özgürlükçü. Herkes ülkemizin bir değişim sancısı yaşadığını söylüyor. Herkes eski kalıpların günümüze uymadığını, eski giysilerin dar geldiğini, yasaların değişime göre uyarlanması gerektiğini söylüyor. Ama siyasal aktörler bir türlü bir araya gelip yapılacak olanın üzerinde anlaşamıyor. Bir ayak oyunu, arkadan kuşatıp puan alma kurnazlığıdır siyasal alanı kuşatmış bulunuyor.
Dahası, siyasal aktörler yasaların, sanki belli bir siyasi-ekonomik sistemin temel değerlerini dikte eden bir eğilimi yansıtmıyormuş ve siyaset vesayeti altında olduğu bu yasaların hayatın isterleri doğrultusunda değiştirilmesini içermiyormuş gibi davranıyor. Yasaların siyaset üstü ve bağımsız olduğunu vurgularken, bu yasaları korumak ve bu yasaların doğrultusunda yargı görevini yürütmek zorunda olan yargılamanın içine yalın kılıç dalmaktan da geri kalmıyor. Değişim burada da sihirli bir sözcük. Aktörlerin bir kesimi değişim için bir taraftan mevcut yasaların yetersizliğini söylerken bir taraftan da bağlayıcı gibi gördüğünü vurguluyor. Ama kendi istediği doğrultuda yorumlamakta bir sakınca görmüyor. Diğer taraf ise değişimin yasalar temel alınarak yapılmasından yana.
Yargının bağımsızlığını savunması gerekenlerin cephesinde ise inanılmaz şeyler yaşanıyor. Siyasal aktörlerin eli yargının içine arı kovanına giren eşek arısı gibi girince, ortalık tozdan, dumandan geçilmiyor. İnsan kime, neden ve nasıl inanacağını şaşırıyor. Hukuk adamları dersen, birbirini boğazlamakla meşgul. Kimsenin üzerinde hemfikir olamadığı tutuklamalar sürüp gidiyor. Benim gençliğimde konuşulan “gladyo” meselesi sessiz sedasız, adeta gizli bir oydaşmayla sumen altı edilmiş durumda.
Ülkemizin dışında görülen, küresel sermayenin isterlerine göre biçimlenen, açık uçlu, zamanın uğultusunu oluşturan demokratik değişimlerin de(!) yansımasını bulduğu; sözüm ona katılımcılık, çoğulculuk gibi popülist siyasetin de kendine zemin bulduğu bu bize özgü değişim sürerken… Reel sosyalist politikaların iflasıyla sosyalizmin kredi kaybetmesi, geniş halk yığınlarında örgütsüzlük ve teslimiyet olarak ortaya çıkıyor. Parasal gücü elinde bulunduran, bu gücü uluslararası siyasal arenada da inşa ediyor, kendi çıkarları doğrultusunda bütün dünya piyasalarını olduğu gibi devletlerini de yönlendiriyor.
Aslında da bu değişim, ülkemizde irili ufaklı uygarlıklar, kültürler ve devletler kurmuş olan farklı etnisitelerin ortak bir yaşam alanı kurmak üzere bir arada geleceği inşa etmesi bir uzlaşım üzerinden değil de yaklaşık cumhuriyet kurulduğundan bu yana süren ama gittikçe sertleşen bir iç savaş üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Olayı karmaşıklaştıran diğer bir olgu da dinin (dinlerin) de bu savaşa ve sanki cumhuriyetle birlikte ülkemizin kalkınmasında büyük bir payı olan laiklikle rövanş almak ister gibi balıklama atlaması. Ama bu iç savaşın nedeni, niçini bu ülkede yaşayan, başta da savaşan kesimlerin yetkilileri, bu ülkenin akil adamları, şimdi kanaat önderi olan köşe yazarları olmak üzere hiç kimse tarafından açık seçik, bütün içeriğiyle bilinmiyor. Örneğin, din laik bir sistemde ılımlı da olsa referans alınabilir mi? Alınırsa ne olur? Farklı tarihsel dönemlerin ürünü olan bu farklı değerler silsilesi zaten tarih boyu süren bir kavga sonucunda kendilerine ait yerleri almadı mı? Yan devlet laik bir yapılanma içinde yürümesi gereken bir aygıt değil mi? Devletin dini olur mu? Artık Fırat’ın batısındaki sayısı doğusundakinin nerdeyse iki katını bulan bir etnik güç olarak Kürtler bu coğrafyada bağımsız, ya da federe bir örgütlenmeyi başarabilir mi? Böyle bir oluşum olanaksız ise siyasi bir zemin üzerinden pekâlâ gerçekleşebilecek olan siyasetin silahlı olarak sürmesi kime ne gibi bir yarar sağlar?
***
Peki, genelde edebiyat, özelde şiir cephesinde bu değişim özellikle günümüz gençleri arasında nasıl yaşanıyor? Edebiyatta her anlamda kolay tüketim (herkesçe anlaşılır olmak, günün genel isterlerini konu edinmek, işlevsel dille yazmak vb.) romanı belirlemiş durumda. Bu roman eleştirisine de yansıyor. Öykü ise geçmişten aldığı birikime yaslanarak ağır adımlarla günümüze özgü değişim ve dönüşümü, geleneksel yazınlardan tam kopmadan, hatta oradan destek alarak, daha olumlu yaşıyor.

Şiire gelince… Genel görünüm hiç iç açıcı değil. İzler çevredeki doruğa varan okur kaybını, hatta artık okunmuyor oluşunu bir tarafa bırakırsak, şiir asıl da, aydın kesimler arasında ciddi bir biçimde itibar kaybetmiş bulunuyor. Elbette bunun anlaşılır, somut sebepleri vardır. Ama bunları şiirin kendinden kaynaklanan sebepler ile şiir dışı sebepler olarak nitelendirebiliriz.
Modern şiir dilinin okuyucunun dilinden kopması, bu şiiri anlamak için belli bir şiir kültürüne sahip olmanın ve özel bir çaba göstermenin neredeyse zorunlu olması, şiirin okur kaybetmesinin asıl sebepleri. Hele de şiir dilinin birçok faktörden dolayı sadece şairler arasında dolaşımda olan (belki de olamayan!) bir tür kuşdili haline gelmesi, bilgi birikiminin sorulan soruların olduğu gibi sorulmayan soruların da cevabını veriyor olmasından dolayı şiirin gittikçe kendine kapanması sonucu biçemin (üslubun, stilin) öne alınması, bu kopuşu hızlandıran bir etken. Bir düşünülsün, şairler tarafından çıkarılan şiir dergileri şairler tarafından bile okunmuyorsa. Şairler yalnızca kendi şiir ve yazılarının çıktığı dergileri alıyorlarsa? Terk edilen, yoğunluğun azaldığı bölgelerde kanserli hücrelerin çoğalması, hastalığın gittikçe artması durumu bu!
Öte yandan şairin, günümüzün çok parçalı, kolay anlamlandırılamayan özelliğinin, teknolojik olarak insanı bombardıman altında bırakan bilgi akışı ve hızının hayatı belirliyor olmasının ve birey olarak kendini bütünsel ve anlamlı biçimde tamamlamasının önünde engel olan sistemin, insanı maniple eden, atomlarına ayıran gücü karşısında kendine yeni anlatı yolları bulmak zorunda duyumsaması. ‘Köklü bir eleştiri getirmek, ehlileşmemek’, ‘dilin ardındaki iktidarı, toplumsal mutabakatı sorgulamak’, artık reklamcılığın alanı haline gelen söz ustalığına meyletmemek için mevcut iletişim olanaklarına, uzlaşımlara, klişelere uzak durmak adına deneyimsel olanın amaçlaştırılması. Ve sonuç olarak şiirin gerektirdiği yenilikçi ve deneysel atılımların ardında çabalıyor olması ve duyumsadığı büyük baskı sonucu bilmeden amaç haline getirmesi. Sonuç olarak sözün yedeğe alınması, sözün ıssızlaşması.
Şiir dışı sebepler olarak asıl da belirleyici olan dünyanın büyük bir bölümünde egemenliği elinde bulunduran devasa gücü olan küresel kapitalizmin şiiri devre dışı bırakma çabaları, ya da en azından devre dışı bırakma eğiliminde olması. Günümüze değin bütün şiirsel atılımların merkezi olan Paris’in (anlaşılması gereken medyada, iletişim araçlarında ve dolayısıyla hem kitleleri hem bireyleri yönlendirme/şekillendirme olanağını elinde bulunduran Parisli burjuvanın) artık eskisi gibi şiir dergisi okumadığı, şiir kitabı satın almadığı, burada şiirin uç (marjinal) bir okuyucu kitlesi arasına sıkışıp kaldığı, şairlerin bir tür modern bir cemaat konumunda etkinlikte bulundukları düşünülürse, bu eğilimin nasıl gerçekleşme olanağı bulduğunu anlayabiliriz. Geçtiğimiz yıllarda Amerika’da en büyük yayınevlerinden birinin artık modern şiir kitabı basmama kararı alması da aynı doğrultuda anlaşılması gereken bir gösterge.
Dünyada bugün küresel kapitalizmin benzeştirici egemen yaşantı biçiminin şiire yer bırakmaması, insanların kolay anlaşılır, kendilerinin merak çemberi içinde olan ve hayat hakkında taşıdıkları çok parçalı düşünceleri doğrulayan yazınsal türlerin ardında olmaları, düşünmeye zaman ayıramamaları, çalışma dışında hayatın ucuz ve popüler eğlencelerle zaman öldürmeye ayarlanmış olması da bu sebepler arasında gösterilebilir/gösterilmeli.
Şiirin eskiden de sürekli okunmadığı şikâyetleriyle hep karşı karşıya bulunduğu düşünülürse… Aslolan aydın çevrelerdeki itibar kaybı. Her ne kadar başbakan zaman zaman bazı sözleri yanlış anımsayıp, hatta kimi eklemelerle, meydanlarda kendi dünya görüşüne yakın bulduğu, ya da yararcı bir refleksle o anki durumun gerektirdiği şairlerden şiir okuyup, ülke sorunlarını görüşmek için yazarlarla yaptığı kahvaltı konuşmasına şairleri çağırsa da bu itibar kaybı giderilemez düzeye varmış gibi gözüküyor. Kültür bakanlığı kütüphanelere şiir kitabı almıyor. (Yoksa yalnızca bazı yayınevlerinden mi alıyor?) Artık büyük yayınevleri şiir kitabı yayınlamıyor. Yayınlayanlar da yılda sınırlı bir sayıya indirmiş görünüyorlar. Şiir yayımlamak ise, yine şairlerin açtığı, zar zor ayakta duran ve bir tür kooperatif görüntüsü veren yayınevlerine kalmış gibi gözüküyor.
Kodlar karışmış, düzen bozulmuş, hastalıklı hücreler yayılmış görünüyor.
Peki, bütün bunların karşısında şiir edilgin mi? Buna elbette bir hayır cevabı vermek durumundayız. Şiirin okuyucuya ulaşmak için çağın teknolojik koşulları da dâhil, her yolu denediğini ve okuyucunun ilgisini çekmeye çalıştığını, içinde bulunduğu itibar kaybını hiçe sayarak doğal evrimini yaşadığını görüyoruz. Dün olmadığı kadar deneyci ve yenilikçi atılımlar yaşanıyor. Bir karşılık bulamasa da manifesto üstüne manifesto yayınlandı. Neredeyse her şair bir manifesto sahibi. Ve belki de bu durum şiirin itibar kaybetmesinin gerekçeleri arasında.

Dün olmadığı kadar deneysel, yenilikçi atılımlar yaşanıyor dedik. Bu deneyim, bu durum şiir adına sevindirici de olsa, ne yazık ki Türk şiir ortamı tarafından içselleştirilmiş bir düzeye ulaşamadı. Şiir dünyamıza Bülent Keçeli, Murat Üstübal, Serkan Işın, Ali Özgür Özkarcı, Ömer Şişman, Mehmet Öztek, Aslı Serin, Efe Murat gibi isimleri kazandırsa da daha çok bir arayış, belirli bir dergi çevresinde (Heves, Ücra, Zinhar) sıkışıp kalan bir etkinlik olarak kaldı bu atılımlar. Fonetik, performans, dijital, ses-şiir, madde-siz, mail-art, video, siber, holo teknikler gerçekliğin anlamlandırılması, gerçekliklerin toplamının gösterilmesi için yoğun bir biçimde kullanıldı vb. Bir geleneği olan somut şiir ise deneysel türün içinde sürdürüldü. Grafik, kaligrafik, fonetik, akustik, hatta optik tekniklerin, şematik yapıların, çizgilerin, görsel efektlerin içinde bunaldı, teknik olana sıkıştı. Biçim bulamadı deneysel olan! Görselliğin ve hızın egemen olduğu, pornografinin damgasını vurduğu çağı imlese de şiir tekniğin içinde devinme durumunda kaldı. Şiirin, bağlamı her şiirde yeniden kurulan bir sanat olsa da öncelikle bir söz sanatı olduğu unutuldu. Bir indirgeme olarak teknik olan sözün önüne geçti. Deneysellik bir araç olmaktan çıkıp amaca dönüştü. Ve bu durum bir poetika olarak benimsendi. Oysa deneysel olan içselleştirilip Türk şiirinin kazanç hanesine yazdırılabilirdi. Bu deneyimi yaşayanlar bu hesaplaşmayı yüksek sesle değil, böylesi grup içi çatışmaları alevlendirir sadece, ama bireysel olarak kendi içlerinde yapıp halen ileri bir hamleyi gerçekleştirme şansını elde edebilir. Böylesi, Türk şiiri için de kazanım olacaktır kuşkusuz. Ve bu kesimde şiiri sağlam olan, bu hamleyi başarabilecek isimler de yok değil.
Diğer arayış ise yenilikten çok şiir yazmayı amaçlayan, dergilerde egemen olarak görülen, imge kurmayı temel olarak gören (imgeci demiyorum!) bir eğilim. Alt alta sıralanan ama birbiriyle kopuk, rahatlıkla yerleri değiştirilebilir, hatta çoğu defa aynı dizede bile bir bütünlük taşımayan ve bir anlam yaratmayan, şairlerin kendi içinde olur gören bir eğilim kısaca. Sanat olsun, dünya yıkılsın (fiat ars, pereat mundus) anlayışı egemen oldu bu kesimde. İtalyan fütüristlerinin bu sloganı farklı bir şiire ulaşmak için bilinçsiz bir biçimde belirledi bu kesimi. Kimileri 1950-60 sonrası ikinci önemli modernist değişim-dönüşümü gerçekleştirmiş 1980 dönemine bir tepkiyle ayaklarını basacakları bir zemin olarak gördükleri İkinci Yeni’nin çığır açan ama aynı zamanda aşılmış hermetik/ karanlık diline geri dönüp bu karanlıkla uğraşır durumda kaldılar. Bu kuşağı izleyen daha genç kuşaktan birçoğu ise birbirini andıran bir dille, anlaşılmaz olmayı önceleyerek yazdılar. Sanki bir atölyede öğretilmiş bir dille çoğaltıp durdular imge yakalamak uğruna anlaşılmaz, hiçbir gerçeklik duygusu yaratmayan şiirimsi metinleri. Bir çeşit kuşdili bile olamadı oysa bu yazılanlar. Dergilerde şairler arası bir temas hastalığı olarak kaldı. Hatta ödül bile verildi bu çeşit yazılmış metinlere. Şiirin bağışıklık sistemi yıkıldı bu kesimde. Yine de sevinç verici birçok gelişme görüldü. Bu işe daha çok yoğun emek sağlayanlar, acele etmeden yol vuranlar, geçmiş şiir birikiminden kendi şiirlerinin özgünlüğü adına yararlanmasını bilenler, deliliğe karşı korunmak için nevrozu yaratmasını bilenler, dün olduğu gibi bugün de adlarından umutla söz ettirmekteler. Şiirde olması gereken tam da bu değil mi? Kim ki yoğun emek harcar, o başarır. İster eski ve aşınmış teknik ve biçimleri yeniden canlandırıp, ister kimi deneysel olanakları da kullanıp yepyeni anlatım yolları bularak.
***

Başarılı ilk bir-iki kitaptan sonra içlerinden bazıları şimdiden yorgun düşmüş, bir durgunluk içinde, ya da hayatın gailesine kapılmış görünse de otuzun üstünde ve kırklı yaşlarında olan Metin Kaygalak, Gökçenur Ç., Şeref Bilsel, Mehmet Erte, Kemal Varol, Nilay Özer, Azad Ziya Eren, Zeynep Uzunbay, Ahmet Bozkurt, Derya Önder, Asuman Susam, Selami Karabulut, Erol Özyiğit, Ersan Erçelik, Seyyithan Kömürcü, Salih Aydemir, Mesut Aşkın, Zeynep Köylü, Kadir Aydemir, Burak Acar ve bu gurubun en genci olarak Gonca Özmen, bugün bu deneyim ve yenilik atılımını gelenek üzerinden içselleştirerek sürdürdüklerinden adları anılmayı hak eden şairler.
2000 sonrası daha genç kuşaktan olup da ilk güçlü kitaplarıyla adlarından çokça söz ettiren, Onur Akyıl, Müesser Yeniay vb. şairler ise bu deneyim ve atılımı bireysel olarak başarmış görünüyorlar. Henüz nebula halinde olsalar da dergilerde, yıllıklarda şiirlerine bakarak adlarını işaretlediğim, Mehmet Sümer, Mustafa Köneçoğlu, Hasan Yurtoğlu, Mehmet Rayman ise geleceğe dair umut veren isimler. Asıl da deneyim ve yeni olan burada adlarını sayma gereksinmesini duymadığım en yaş almış olandan tutun da Türk şiirinin içinde yer alan diğer şairler dâhil olmak üzere işte bu çevrim etrafında gerçekleşecek gibi gözüküyor.

Şiirden Dergisi, Sayı 1, Eylül-Ekim 2010