BİRAHANE LONGA/AHMET OKTAY
Cızırdıyor gramofon yüreğim
“her işlik bir mezbahadır
zaman da kemik sesleri çıkarır”
diyen adı çaprazlanmış
ve sımsıkı dosyalanmış birinin
ve körelmiş bir parkın anısıyla;
nice tarih yazıldı kuytularında
tüze’nin ve aktöre’nin ırzına geçtiği tarihler;
orda sunuldu cumhura
bileklerinden Dolapdere’nin karasını ve Gülhane’nin
irinli günlerini etin yırtılış acısıyla geliyor her güz
ve akşam söyleşilerini akıtan bir Şorola heykeli
ve teybin hala ilenen “Orhan ağbi”sinin sesiyle otelin
gölgeliğine gömülen
beton alüminyum ve cam gölgeliğe
gömülen mevsimlik bir Erzurumlu’nun geçmişin tepilmiş
patikaları ve ekşimiş han odalarıyla inildeyen son fotografisi;
orda enselendi “yarınlarımız”
marlboro ve kızlık sunarken
cumhura
Bayım açık bırakılmış bir musluk
var da sanki şuramda
akıp geçti Dicle’nin çıbanlı ikindileri, taş yapıların hala
üstünden sızan yalnızlık nemi
Bir gömütlük anısıyla seyrettim Öğretmenler Odası’nın
penceresinden
bir eğe sesiyle yağan karı
gelip gitti ağır gurbet kokusuyla tabutlar
şu kırık tozlu aynada da
göz göze geldiğim şimdi
parçalanmış bir suret
ben toz edildim genelgelerle
her salgından bir parça bulaştı üstüme, kıl
çadırların önünde dövülen ağlayıcıların
haykırışlarıyla yırtıldım
felç geldi dilime
yıllarca bir mektup bile yazmadım,her zaman da öğrenemiyor insan söylendiği gibi ah kızaran
yaprakların gürültüsüyle fırladım bir öğle sonu içimde titreyip duran bir akrep
camsız bir penceresin sen diye haykırdım karıma
ve orda akıp gitti anlatacaklarımın sözcükleri
ve anlatacak bir şey yoksa eğer
katilini de ardında gezdiriyor yürek
her beden gibi
bu tezgah-ı siper’ in ardında şimdi
yitip gittiğim insan cangılının
karanlık göz çukurlarından başım dönerek
duydunuz mu bilmem Bedevi Çardak Zindanı’nı
çok eskilere dayanıyor körleşmenin tarihi ve hiç
geçmiyor mu zaman?
orda çalışırdı en ünlü mil çekme ustaları
gerek yok bakmaya, baksan da ön yüzü
görüyoruz zaten-kıpırtılarla deviniyorum
artık, sesle
yeni bir satırbaşıdır her ses
işte kırılan bir bardak sesi
Ben de sıçrıyorum uyuduğum banktan ilk
tramvayların gürültüsüyle
salepçinin önünde kuyruk olmuş gece esnafı
doktor Fikret bana bakıyor o sıra evinden kaçmış
ama hangi zamanda
alnında kapkara bir şiir başlığı
adıyor daha önceki bir zamanda Şizofreni adlı kitabını;
“Bu monografi şizofreni dünyasında yaşayanlara ithaf
edilmiştir”, sayfayı çevirince de
okuduklarım şunlar
ama hangi zamanda;
“şizofreniğin başka kimselerden farkı hayat
olaylarına yabancı kalışıdır. Yabancı ve yalnız
olduğunu farkeden şizofrenik mümkün olduğu kadar
başkalarından uzak kalarak kendi aleminde
kadının sesi
ey Zaman
ilerledikçe berinin gömütlüğüne varıyorsun
yumuşayıp da yaprak sürdüğünde incir dalı
yazdır;
şezlonga uzanmış kestiriyorsun dutun
gölgeliğinde baba,
hücrelerin kemirilmiyor henüz, bombalanmış
kahveleri görmedin,
düşlerine girmedi işkence edilmiş hiç bir ceset
fesleğen saksısına uzanırken yaşamdan
öç almanın mantığıyla taşıllaşıp kalkmadı elin
Ah hükmü verildi herkesin
söz daha ne kadar yenilecek tarihe
normalleştirilmiş bir cinnetin gözlerine takındık
bu üzünçlerin “mavi çek” i kimde
“ak kart” ı kimde bu işsizliklerin
ne banker ne üstübeç silebiliyor yazıyı
yaşıyor acılar
Bayım
boğazlıyor bahçeleri inşaatçı deyyuslar
bir ayin sesi var her yerde
bu bize kalan
leyleklerin düzüldüğü bir yurtluk;Körlüğün
göz çukuru kendi içine doğru kanayan
ey bize hiç bir şey sormayan
sür bu gülü sür içimden
koşturmaya çalışan bu tek bacaklı mevsimi kanırt
umudu terk eden kurtulacaktır
ancak zamanıyla bakışan kurtulacaktır
konuşmayı yeniden bulan kurtulacaktır
Kullanılmış Sözlük
yumrukluyor benim de gırtlağımı
hırıltılıyorum plastik bir göğün altında
“Ey kardeşim Yonatan sesin için acılıyım” a bir bira
zehirlenmiş güvercinler için bir bira
Kavak’taki beş para etmez sessizlik rakımı içerken
hangi zamanda bir stadyum kalabalığıyla
gülümsemiştim oğul
ovulan ve üzüncü gitmek bilmeyen evler için
Yasın da gizli bir dili var
çoğaltılıyor
iskelelerde bile
tıkış tıkış trenlerde bile
televizyonlarda bile
göz göze gelirken Ceyarla
içi emaye gırtlağım
ünlüyor son bir kıvranışla;
öldürüldüm
BİRAHANE LONGA’DA MEMLEKET RESMİ
Metin Cengiz
Birahaneler bir dönem hızla değişen toplumumuzun göstergesiydi. Gittikçe kapitalistleşen, Pazar ekonomisinin kendi yaşantı biçimini getirdiği, bu oluşumların bir sonucu olan modernleşmenin hız kazandığı 1970-1980’li yıllarda birahaneler yerden mantar biter gibi bitmiş, “ulusal” içkimiz olan rakı tüketiminin yerini almış, köyden kente göçün getirdiği kır-kent karışımı bir yaşam biçiminin ürünü olarak meyhanelerin yerini almıştı. Bilindiği gibi rakı, bir yaşama kültürü olarak uzun sohbetlerin, yemekli toplantıların içkisidir. Rakı masasının olmazsa olmaz kuralları vardır. Önce mezeyle başlanır, ara sıcak ile zenginleşir, sıcak ile hazzın doruğuna çıkılır, meyve ile lezzeti çıkarılır, kahve ile kalkış saati ilan edilir. Masada bulunanlar rakı içmenin ciddiyeti ve ağırbaşlılığına uymak zorundadır. İçki bardaklara masa sakisi tarafından pay edilir. Saki, masadaki kıdemlilerden biridir. Oysa bize özgü, biraz da arabeskleşen yeni yaşam, bütün bu tumturaklı akşam ya da gece oturmalarına izin vermez. Üstelik kırdan kente gelmiş biri için rakıdan sonra taşra düşen gecekondu semtlerinden birindeki eve “taşınmak” da kolay değildir. İçkinin tadı değil, söz yerindeyse cılkı çıkar. Ama birahaneler öyle değildir. Yeni hızlı yaşama “cuk” düşmektedir. Ayaküstü buluşulan, hatta bir iki tek atmaya da uygun meyhanemsi bir yerdir birahaneler.
Aynı yıllarda Beyoğlu gibi İstanbul’un eğlence mekanında olduğu gibi kibar semtlerde de (sonradan görme, İstanbul’un yerleşiklerinden olmayan, paranın şımarttığı vb.) varoşlardaki birahaneler gibi barlar moda olmaktadır. Buralar, yeni hızlı yaşam biçimine uygun, daha Avrupai, hatta Amerikan filmlerinde görülüp de özenilen, daracık masaları, dirsek dirseğe temas olanağı veren oturma planıyla rasgele tanışmaların, gel-geç aşkların, bir gecelik kaçamakların yaşanabildiği mekanlardır. Birahanelerde yalnız oturan kadına çok sık rastlanmazken, barlarda kendinizi bir süre sonra hiç tanımadığınız karşı cinsten biriyle baş başa bir sohbet içinde bulma şansınız yüksektir. Hatta farklı cinsel tercihlerin de daha rahat yaşanabileceği mekanlardır barlar. Derken 1990’lı yıllarla birlikte şarap evleri (süzülmüş bir damak tadının ve ehil bir içki tadının karşılığı olarak) ve kafeler (kökü bize ait olan kıraathane, ve sonra gittikçe kıraat kısmı hızla kalkan kahvehanelerin karşıtı olarak) barların yanı başında açılarak modern hayatın kaçınılmaz mekanları olarak yerlerini alacaklardır.
İşte şiirin “Birahane Longa” adı, bizi hayatımızdaki bütün bu hızlı değişim-dönüşüm yıllarına geri götürmektedir. Şairin bu adı sınıf mücadelelerinin, hakim güçlerin damgasını vurduğu, değişen yaşam biçimlerinin yüzünden okunduğu sokağı, caddeyi, şehri geçirdiği tarihsel dönemlerle bize unutturmamak için özenle seçtiğinden eminim. Gramofon, şiirin ilk sözcüğü olarak bu defa aynı süreci bir başka alanda, gramofon-radyo-video-televizyon vb. cihazlar üzerinden anımsatmaktadır. Yani hem başlık ve hem de şiirin “cızırdayan” ilk sözcüğü ile şair bizi şiire girmeden düşünmeye zorlamaktadır. Ama bu defa cızırdayan şairin yüreği olunca merak etmemek elde değil.
Her şeyin çağın rengine göre değişip dönüştüğü günümüzde şairin şiirine yazıldığı tarihte çoktan tarihteki yerini almış ve antik eserler arasına girmiş cızırdayan gramofon ismini koyması ve yüreğinin cızırdamasını gramofonun cızırdamasına benzetmesi tam bir paradoks. biz nedenlerini öğrenmek, cızırtısını izlemek zorunda kalıyoruz. Şiirin adıyla ilk dizesi arasında yaratılan bu zıtlıkla şair bize yolunda gitmeyen bazı şeyleri ilk dizede haber vermek istiyor düşüncesi egemen oluyor. Yüreğin cızırdama sesinin görüntüsüyle de yaşanılan bu değişim-dönüşümün hayırlı olmadığını, yolunda gitmediğini işaret etmektedir sanki.
Şiirin bütününü okuduğumuzda çizilen manzaradan yolunda gitmeyenin kapitalistleşmenin bu topraklar üzerinde yaşayan çoğunluğun aleyhine, onların çıkarlarının tam aksi istikamette, ağır ekonomik koşullarda gerçekleştiğini; insanların topraklarını kaybettiğini, giderek daha da yoksullaştığını, iş aramak, hayatta kalmak için büyük şehirlere göç ettiğini, köylülerin bile topraklarından ekmeklerini çıkaramadıkları için mevsimlik işlere yöneldiğini; şehirlerde işsizliğin arttığını, insanların eskisinden daha güç bir yaşam koşulunun cenderesine alındığını, memurun, emeklinin aybaşını getiremediklerini; sendikaların, derneklerin baskı altına alındığını, örgütlenmenin güçleştiğini; kamu arazilerinin, kıyıların, kentlerin yağma edildiğini; şehirde köy/kent değerleri arasında sıkışan insanların bir de bu bağlamda her şeye yabancılaştıklarını… görüyoruz. Halk acılı ve arabesk duygular içindedir.
Bu olumsuzluklar saymakla bitmez elbette. Zaten şair de bizi şiirinde çizmek istediği görüntüleri kare kare gezdirmekte, ülke içinde ne kadar olumsuzluk varsa, şöyle bir değinip geçmektedir. Ve değinmediklerini de değindiklerinden çıkarabilmekteyiz.
Bu durumlara yorum olarak, ağırlaşan kapitalist sömürünün kadın ve çocuk emeği üzerinde sömürüsünü yoğunlaştırdığını, toprağa bağlı hayatın çözülüp dağıldığını, bu coğrafyada değişim-dönüşümün hem yeni bir yaşama doğru hızlı bir kapı araladığını ve hem de hayat koşullarını gittikçe yaşanılmaz kıldığını, insanların hayata tutunmak için gelen yeni ve yabancı değerlerle eskiyen ve buharlaşıp ellerinden anlamsızlaşarak uçan eski değerler arasında kaldıklarını, bocaladıklarını ve savrulduklarını ekleyebiliriz. Bu arada yorumu biraz daha derinleştirerek ülkede farklı kültür, din ve etnik kökenden gelenler arasındaki bağların zayıfladığını, koptuğunu söyleyebiliriz. çünkü ezilenlerin, sömürülenlerin, açların, yoksulların, devrimcilerin, ilericilerin, yurtseverlerin sistem tarafından sistemli bir biçimde susturulmak, yok edilmek için bombalandığını, kurşunlandığını imlemektedir şair. “her işlik bir mezbahadır/zaman da kemik sesleri çıkartır” alıntısı da şiire böyle kara bir alınlık olmaktadır.
Şiirde çizilen manzarada önemli gördüğüm bazı görüntülere dönerek değinmek istiyorum.
Şair kapitalistleşmenin bedelinin baskı ve zulüm olarak halka ödetildiğini, sürecin egemenler tarafından cebir ve şiddetle işletildiğini, “Bedevi Çardak Zındanı”, “körleştirme”, “ünlü mil çekme ustaları” vb. sözlerle anlatmakta; tarihsel olaylarla bağlantı kurarak halkın yaşadığı baskı ve zulmü tarihsel baskı ve zulümle birleştirerek, geçmişten bugüne baskının, zulmün, yoksulluğun, halk kitlelerinin ezilmişliğinin çizgisel sürecini dile getirmektedir. Geçmişe gidip gelme anlatılmak istenen bu zulüm ve baskının devamlılığı için “ama hangi zamanda” tekrarıyla vurgulanmaktadır.
Geçmişe doğru bu gidişte doktor Fikrete ve Şizofreni adlı kitabına değinen şair, şizofreninin tanımını yaptıktan sonra, cumhura yani halka sunulan yeni yaşam biçiminin de böyle bir yaşam olduğunu söyler. Şizofreni: “şizofreniğin başka kimselerden farkı hayat olaylarına yabancı kalışıdır. Yabancı ve yalnız olduğunu fark eden şizofrenik mümkün olduğu kadar başkalarından uzak kalarak kendi aleminde yaşamaya çalışır”. Bu cümleyi şiirdeki görüntülerle birleştirdiğimizde iktidar sahiplerinin şizofrenik olduğunu, halka da böyle bir yaşam dayattıklarını anlıyoruz. Gerçekleştirmek istedikleri, amaçları yaşanan şizofreninin sebebi.
Elbette bütün bu olup bitenler, halk üzerinde olduğu gibi yeni yaşam koşullarına karşı halkların, ezilenlerin yaşamda dik durabilecekleri gerekli değerleri üretmede yol gösterecek ilerici ve devrimci kesimler üzerinde de vardır ve hatta daha yoğundur. Öyle ki “kırılan bir bardak sesi” bile korku vericidir.
Şiirin bütününde bir ülke manzarası çizerek olup bitene işaret eden şair, şiir boyunca kendisiyle, ailesiyle de hesaplaşmaktadır. Sistem içinde nispeten daha rahat bir konumda hayatını sürdürebilecek bir zümreden/ sınıftan olan şair, bir aydın, objektifini namuslu bir insan olarak köy-kent dairesi içinde halkın hayatı üzerinde gezdirmekte, bir biçimde gerçeklerin anlaşılmasını istemektedir. Dışarıdan halka kendi yaşamı üzerine bilinç götürme işlevini üstlenmiştir şair. Bu bilinçle “öç almanın mantığıyla taşıllaşıp” kalmıştır (babasına seslenirken ‘öç almanın mantığıyla taşıllaşıp kalmadı elin’ diyerek kendi durumuna da gönderme yapmaktadır belirttiğimiz gibi).
Bu sırada yabancılaşma olgusuna o yıllarda televizyonlarda gösterime giren Dallas dizisindeki petrol kralı, üçkağıtçı, düzenbaz, sınıfının ve kişisel çıkarlarının amansız koruyucusu Ceyar’ın adıyla dikkat çekmesi şiire ayrı bir zenginlik vermektedir. Bu olay bize açların-yoksulların-mağdurların-çıplakların petrol krallarının gündelik ahlamalarına dövünmelerini ve adeta diziyi dört gözle bekleyerek kara kutunun karşısına kilitlenmelerini, kendi dertleri, sorunları yerine yabancısı oldukları ve hiç tanımadıkları bir dünyanın yapay sorunlarını ikame etmelerini anımsatmaktadır ki, aslında alttan alta halk kesimlerindeki değişme isteğine de parmak basmaktadır.
Şiir, ülkemize adeta bir ayna tutmakta, görüntülerden kareler sunmaktadır. Ancak bu görüntülerin nedeni hakkında yorumlarımıza yol gösterecek bir im bulamamaktayız. Bu anlamda olup biteni anlamak bize bırakılmaktadır. Görüntülerden hareketle daha derine inmek, “neden böyle olmaktadır”, “bütün bunlara yol açan nedir” sorularına cevap vermek, yorum yapmak okuyucuya bırakılmıştır. Şair kendi yaşadıklarından, kendi hakikatinden, öz deneyiminden yola çıkarak olup bitenin arkasındaki etmenlere inmemekte, bu alanın anlaşılmasını bizden istemektedir. Şair şikayetini panorama çizerken çizdiği panoramayla gösterdiği inancındadır. Yönseme görüntülerde işlemektedir yani: “çadırların önünde dövünen ağlayıcıların/ haykırışlarıyla yırtıldım/ felç geldi dilime”, “içimde titreyip duran bir akrep”, “normalleştirilmiş bir cinnetin gözlerini takındık” (bu dize aynı zamanda şizofrenik yaşama da göndermedir), “öç almanın mantığıyla taşıllaşıp kalmadı elin”…
Şiire adını veren birahaneyle başladık, şairin birahanenin durumunu anlatan açıklamasıyla bitirelim: “kalabalıklar olarak yalnız insan/birahane gürültüsü olarak”. Birahane köyden kente göç etmiş, sorunlarından bunalmış, yalnız kalmış, sorunlarını paylaşamayan ne şehirli, artık ne de köylü olan şehirdeki insanımızın sığındığı yer olarak imlenmektedir. Devamını biz yazabiliriz: bir iki duble rakıyla, ya da ellilik iki-üç birayla dertlerini paylaşan, acısını alkole boğan vatandaşımız ertesi gün aynı şeyleri yaşamak üzere evine koşmaktadır. Ama asıl da bu dizelerle anlatılmak istenen ülkenin bu hali yaşadığıdır. Nitekim şair şiirin sonunu şöyle getirir: “göz göze gelirken Ceyarla/ içi emaye gırtlağım/ ünlüyor son bir kıvranışla: öldürüldüm”
Ölüdür insanımız. Kendine, yaşama yabancılaşmıştır. Sıradan insan ne yaşadığının ayrımında değildir. öylesine, bir ölü gibidir. Değil mi ki günümüzde de kendisinin diye daha farklı bir yabancılaşmaya itilmektedir. Süreç devam etmekte yani. ölü insanımız hayata bir diri olarak katılamamaktadır. Benim dediği bir yaşamı yoktur.
Şairin söyleyiş biçimi de anlatmak istediklerine uygundur. Görüntü çizmek isteyen şair imgesel anlatımdan, şiir sanatlarından uzakta, anlatmak istediklerine yoğunlaşmıştır daha çok. Anlatı tekniği ve gerçekçi, konuşma diliyle yazılmış görüntüler egemen. Düzyazıda da rahatça kullanılabilecek, şiire açılım kazandıran efektleri (şezlonga uzanmış baba, doktor Fikret, Ceyar, “ama hangi zamanda” tekrarı..) bir tarafa bırakırsak, şiirsel söylemin bu uzun şiirde çok az olduğunu görüyoruz: (Dolapdere’nin karası, Gülhane’nin irinli günleri, etin yırtılış acısı..), (.. açık bırakılmış bir musluk/ var da sanki şuramda/ akıp geçti Dicle’nin çıbanlı ikindileri, taş yapıların hâlâ/ üstünden sızan yalnızlık nemi/bir gömütlük anısıyla seyrettim Öğretmenler Odası’nın penceresinden/ bir eğe sesiyle yağan karı), (.. kızaran/ yaprakların gürültüsüyle fırladım bir öğle sonu içimde titreyip/ duran bir akrep), (camsız bir penceresin sen diye haykırdım karıma). Odak noktasına görüntülenmek istenen manzara alınmış. Şairin duyuşunun özet bir ifadesi sayılabilir bu şiir.