ŞİİR BİÇİM Mİ ANLATI MI? /METİN CENGİZ

ŞİİR BİÇİM Mİ ANLATI MI? /METİN CENGİZ

Şiir neyi anlatır? Şiirde konu şiirin kendisi için bir araç mıdır? Yoksa şiir yalnızca şiir midir? Bu tür sorular, dünya şiir tarihinde, özellikle de 1900’lü yıllardan sonra yoğunlukla tartışılmış konulardır. Ancak, dikkat edilirse şiire ilişkin bu tür tartışmalarda, şiirin kendisi her durumda önde tutulmuştur. Yani önemli olan şiirin kendisidir. Günümüzde ise şiirin arkasında şiirin özünü (temasını) oluşturan şair dursa da, şiirin bir biçim olduğu savunulur genellikle. Çünkü şiir ancak bir biçimle–konu, tema ne olursa olsun- vücut bulduğunda şiir olmaktadır.

Ülkemiz şiirinde konuyu ele alırsak… Bizde sorun, biçim mi öz mü önce gelir tartışması şeklinde (bu ilkel bakış) ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilir. Hem de yeni ve sanki başka bir şey tartışılıyormuş gibi. Üstelik, ulusal anlamda belirleyici olan şiir geleneğimize karşın. Bir şiirin ille de bir öykülemesi, anlatısı olmalıymış ve bunlar şiirde egemen olmalıymış. Şiirin gerçek temasını oluşturan şaire karşın, şiirin önce ve aslında bir biçim olduğu, anlatının, öykülemenin şiirin doğası gereği imgelerle derinde ve arka planda devindiği –amaç neyse?- unutulur.

Özellikle de şiirin sözcüklerle yazıldığı, şirin arka plandaki anlatısını/öykülemesini şairin kendi trajik durumunun, duygularının, düşünce ve fikirlerinin oluşturmadığı, görmezlikten gelinir. Şiiri şiir yapanın birbirini belirli bir ahenk, armoni ve orkestrasyonla izleyen, birbirine anlamlar yükleyen sözcüklerin olduğu önemsenmez, konu/tema ağırlıklı öğe olduğu ileri sürülür.

Elbette ki şiirin katışıksız bir biçim olduğunu ileri sürmüyorum. Tema şair olduğuna göre (sözcüklerle oynayan, içinde bulunduğu ruhsal durumdan, gerilimden, varlıksal sıkıntıdan kurtulan şair), her şiir şairinden izler taşır. Ve de Eliot’un dediği gibi, bu anlamda şiir katışıksız değil kirlidir. Yeniden soruna ülkemizdeki şiir bağlamında dönersek, modern şiirimizin kurucularından olan Yahya Kemal Beyatlı’dan bir şiiri alıntılayarak devam edelim: “Günler kısaldı. Kanlıcanın ihtiyarları/Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları./…/Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa…/Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa…/…/İçtik bu nâdir içki’yi yıllarca kanmadık…/Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!/…/Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;/Lâkin vatandan ayrılışın ıstırâbı zor./…/Hiç dönmedik ölüm gecesinden bu sâhile,/Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile./ (Eylül Sonu) Şimdi, bu şiirde sözcüklerin ahengi, dizilişi, ünlü ve ünsüzlerin uyumu, Divan şiirinde temel öğelerden biri olan uyağın, aruz vezninin disipline edici olarak kullanılış biçimi ve zenginliği, eğretilemeler ve imgeler, sonbaharı, Kanlıca sevgisini derinden derine taşıyor, ön planda hissettirmese de anlam olarak belli belirsiz arka plâna itiyor. Asıl tema ister istemez arka planda deviniyor, gelişiyor. Yan anlamlar; ömrün kısalığı, ölümün vatandan ayrılık acısının yanında ürküntü bile vermemesi, ömrün böylesi bir sevgi için kısalığı bizi ardından sürüklüyor, asıl temadan uzaklaştırabiliyor. Ama her dizede, hatta her yerde sonbahar imgesi sürdürülüyor. Giderek sözcüklerin sihirli gücüne kapılıyoruz. Seçilen sözcüklerin kanatlanıp söze dönüşme sürecini hissediyoruz. Her yıl yaşadığımız sonbahar/yaşlanma olgusu, yüreğimizin ta derinlerinde duyduğumuz vatan/ayrılık imgesi, şiirin kendisi için arka alana itiliyor. Biçimin kendisi çarpıyor, titretiyor yüreğimizi. Bizi böyle kendimizden geçiren tema değil şiirdir, biçimdir artık. Biçimin gücü, aynı duyguları duyabileceğimiz sonbahar görüntüsünden daha güçlü bir şekilde sarıp sarmalıyor bizi. Böyle olmasaydı şiire de gerek kalmazdı yargısını söylüyoruz sonunda. Şiir kanatlanan sözcüklerle bizim de ayaklarımızı yerden kesiyor.

Görüyoruz ki şiirde tema/konu önemli değil. Aslolan şiirin kendisidir, biçimidir. Konuya başka bir açıdan girersek, Y. K. Beyatlı’nın bu şiirdeki teması okuyucu olarak yalnızca yaşlıları ilgilendirir (?) Eğer tema önemli olsaydı, her dizede kendisini duyuran sonbahar gençleri niye ilgilendirsin ki? Oysa yazılış olarak bu lirik şiirde şair ben’ini biz’leştirerek yalnızca yaşlılara değil, insanın içindeki esin perisine de seslenmekte. Dahası, bu şiirin alıcısı hem herkes, hem hiç kimse. Üstelik, iletisini daha ilk dizelerde duyuran, bir öykülemeye/anlatıya dayanmayan bir şiirde temanın nasıl hiçleştiğini görüyoruz.

Konuyu tartışmaya devam edelim. Ve bu defa da belli bir öykülemesi olan Nâzım Hikmet’in bir şiirini alıntılayalım: “Kapımın önünde üç selvi vardı./Üç selvi./Selviler rüzgârda sallanırlardı./Üç selvi./Kökleri yerde, başları yıldızlarda./Üç selvi./Selviler sallanırlardı rüzgârda./Üç selvi./Bir gece düşman bastı evi./Üç selvi./Yatağımda öldürüldüm ben./Üç selvi./Kesildi selviler köklerinden./Üç selvi./Artık ne kökleri yerde, başları yıldızlarda./Üç selvi./Selviler sallanmıyorlar rüzgârda./Üç selvi/Mermer bir ocakta parçalanmış yatıyor/Üç selvi./Kanlı bir baltayı aydınlatıyor/Üç selvi./” (Üç Selvi) Bu şiirde anlatılan/öykülenmesi yapılan şey hepimizin her gün konuştuğumuz şeylerden: hayat ve ölüm. Hayat ve ölüm derinden duygulandırır bizi. Bu konuyla ilgili birbirimize anlatacak oldukça çok şeyimiz vardır. İnsanın insanı öldürmesiyle (şiirde asıl tema bu) ilgili etkileyici, duygulandırıcı birçok sohbetlerimiz de olmuştur, olacaktır. Ama bunların hiçbirisi bu şiirdeki gibi acının, acı olanın verdiği hazzı bize duyumsatmaz. Acı, bir estetik hazza dönüşmüştür çünkü. Üç selvi nakarat olarak bize o kadar fazla şeyi çağrıştırıyor ki: üç hayatı, birbiriyle bir ömrü paylaşan üç kişiyi, ve derinden derine sözün büyüsünü. Sözcükler (rüzgâr,selvi, kök, ev, ocak vb.) kendilerinden farklı şeyler oluyorlar artık. Söze, büyüye dönüşüyorlar. Sözün sözcük olarak ağırlığı kalmıyor. Bir büyücünün belirli ritimlerle hastasını iyileştirmeye çalıştığı bir ritüel geliyor birdenbire gözümüzün önüne. Artık anakronik bir olgu, bir kendinden geçmeyle vecd içindeyiz. Bir tür oyunu yaşıyoruzdur. Aydınlık bir oyunu. Sanki Nâzım Hikmet’in bilinç ötemizde yer etmiş sözcükleri, sözlere çarpıp gizli bir şifreyi uyandırıyor bizde: kültürel bir soruna dokunuyoruz acıyla. Söz, bizi alıp götürüyor peşinden. Tema, dibe çöküyor. Ve bu şiirde ne öykülenen kalıyor ne dünyanın gerçekliği. Kendi kirlenmişliğimizle uçup gidiyoruz büyü içinde. Ve her gün televizyonlarda görmekten gına getirdiğimiz ölme, öldürülme görüntüleri yerlerini Üç Selvi şiirine terk ediyor. Trafik kazalarındaki kanlı görüntüler iğrendirirken Üç Selvi kurtarıyorsa bizi, bundandır. Zamanın dışına, saf olana götürüyor, tek fazla olan kendimizle. Bize ait olan ölme, öldürme vb. gibi olgular, kirlilik olarak, arada bir anımsadığımız görüntülere dönüşüyor. Söz köpürmüş, tülden bir büyüsel dünya oluşturmuştur. İşte şiir: işte biçim. Ve de sözün gücü. Peki ne oldu temanın önemine? Anlatıyı düşünen kim?

Dahası her gerçek şiirde, sözü büyüleştiren her şiirde şiirin gerçek ve asıl içeriğinin biçim olduğunu görüyoruz, bu alıntıladığımız şiirlerde. Bizi sarıp sarmalayan tema, öykülenen değil sözün kendisidir. Biçimlenmiş, vücut bulmuş olandır. Şiiri konu için, anlatı için, öyküleme için bir araç gibi görmenin, bu bizde temcit pilavı gibi ısıtılıp öne sürülen ve en acınası da belli isimlerin onayını alan şiire bakış tarzının ne olduğunu, neye yaradığını gördük: şiir dışı olanın şiiri hiçleştirmesine. Okuyucuya kötü olanın, şiir diye verilip şiir budur demenin basitliğine hizmet etmesine.

Tartışmayı burada sonlarken, son olarak şiir geleneğimizde biçimin her zaman önemli tutulduğunu örnekleyebiliriz. İsteyen, Divan ve Halk Şiiri (bu sonuncusunun iyi örneklerinde) ve Cumhuriyet sonrası şiirimizde bizzat yakın bir okumayla görebilir. Ve sonuç olarak uygulamanın kuramdan önceliğini de. Yani aslolan şiirin: biçimin kendisi olduğunu. Kompoze etmenin bir sanat ürününde amaç olduğu, şiire böyle içsel bir bakışın şiiri bir sanat ürünü olarak meydana getirdiği artık biliniyorsa, bu uygar tutumdan, şiir öncesi dönemlere ait bir tutuma geri gitmenin (manzumeye) anlamı ne?

Hürriyet Gösteri, Eylül 1996